YORUMLAR:
Eserin başından itibaren başkaldıran insanın tanımını gerçekleştiren ve bu doğrultuda haksızlığa karşı harekete geçmeyi ifade etmeye çalışan yazar Albert Camus, eserinde kendisinin de belirttiği gibi bugüne kadar başkaldırı ya da devrim adı altında gerçekleştirilen hiçbir eylemin esasında bu gaye ile hayata geçirilmediği anlamına gelen ifadelerde de bulunmuştur. Gerçekten, insanlık tarihinde de, yakın geçmişte gerçekleşen devrimlere bakıldığında bunların yazarın deyimiyle bir devinim olduğunu ifade etmek isabetli olacaktır. Devrimin amacı aynı sistemin başkaları tarafından idame ettirilmesi olmadığından tarihteki emsallerine bakılacak olursa devrimin tam manasıyla gerçekleştirilmediğinin gerçekleştirilmesinin de pek mümkün olmadığı görülmektedir. Devrime ilişkin Bukovski ve Yeni Dijital Çağ kitabının yazarı olan Eric Schmidt'in ifadeleri de tetkik edilirse devrimler, devrimi gerçekleştiren yönetici tabakanın tahakkümü ile devam eden bir yönetim biçimini gözler önüne sermektedir. Buna ek olarak getirdikleri esas unsurlar ise, toplu kıyımlar, baskı düzeni olarak ifade edilebilir. Yazar da eserinde devrim hükümetlerinin (daha doğrusu devinim) savaş mantığı ile iktidarı idame ettirdiklerini ve sert tedbirlere başvurmaktan hiç çekinmediklerini açıkça belirtmiştir.
Birçok yazar ve mütefekkir, devrimin esasında bir döngüden ibaret olduğunu ve ülkelere akabinde zarar veren etkiler ihtiva ettiğini belirtmesine rağmen hala devrim özlemi ile tutuşanların bu özlemlerini ya aklı selim sahibi bir şekilde gözden geçirmeleri ya da asıl niyetlerini vazıh bir şekilde ortaya dökmeleri gerekmektedir.
Yazarın, devrime ilişkin düşüncelerine ekseriyetle katılsam da, diğer birçok görüşleri ve yorumlarına katılmanın zor olduğunu belirtmeden edemeyeceğim. Aşağıdaki notları okuduğunuzda da görebileceğiniz gibi yazar sarih bir şekilde ifade etmemiş olsa da, bahsetmiş olduğu başkaldırıların gerçekleştirilmesi için dayanmış olduğu ünlü düşünürlerin görüşleri ile kendi gayesini birleştirmede genel manada anlatım sorunları yaşayarak okuyucuda muallak çağrışımlar meydana getirebilecek ucu açık ifadeler kullanmıştır.
Eserin genel kapsamından anlaşılacağı üzere, yazar her ne kadar temelde başkaldırmanın tam manasıyla gerçekleştirilmesi gereken bir mefhum olarak hayata geçirilmesi gerektiğini ifade etse de diğer taraftan yapmış olduğu alıntılar ve düşünce fırtınaları ile bu eylemin nasıl gerçekleştirilebileceğine dair bir metot belirtmekten oldukça uzak kalmıştır. Birtakım soyut ifadeler kullanılarak kılavuzluk yapmak istemiş, meydana getirdiği başkaldırma kavramını diğer düşünürlerin fikirlerini değerlendirme vasıtasıyla kıyas ve tamamlama gayreti gösterse de kitabın sonunda okuyucudaki soru işaretini cevaplamaktan çok uzak bir yazı serisi meydana getirmiştir. Fakat eser, 18 ve 19. yy düşünürlerinin görüşlerini kısaca incelemek ve farkları tespit etmek isteyenler için güzel bir ek kaynak niteliği taşımaktadır.
NOTLAR (*):
Başkaldırı edimi hem katlanılmaz bulunan bir haksızlığın kesinlikle yadsınmasına, hem de bulanık bir hak inancına, daha doğrusu başkaldırmışın yapmaya hakkı olduğu izlenimine dayanır.
Hiçbir şey yaratmadığına, görünüşte olumsuz olsa bile, insanın her zaman savunulması gereken yanını ortaya koyduğuna göre, alabildiğine olumlu bir şeydir başkaldırı.
İnsan var olmak için başkaldırmak zorundadır, ama başkalarının kendi kendinde bulunduğu, insanların üzerinde birleştikçe var olmaya başladıkları sınıra saygı göstermesi gerekir.
Eskiler, yazgıya inanmakla birlikte, her şeyden önce doğaya, katıldıkları doğaya inanırlardı. Doğaya başkaldırmak kendi kendimize başkaldırmakla birdir.
Pascal, inanmakla kişinin hiçbir şeyi yitirmeyeceği, buna karşılık, inanılan doğru çıkacak olursa kazancının sonsuz olacağı düşüncesiyle inanmayı önerir.
Sosyalizm yalnızca işçi sorunu değil, her şeyden önce tanrısızlık sorunudur, tanrısızlığın cisimlendirilmesi sorunudur. Tanrısız bir durumda, yeryüzünden göklere ulaşmak değil, gökleri yer yüzüne indirmek için kurulmuş Babil Kulesi sorunudur.
Nietzsche'nin ilk adımı, bildiğine boyun eğmektir. Tanrısızlık en doğal şeydir onun için, kurucu ve köklüdür. İşte bu çağın üstünlüğü: "Hiçbir şey doğru değil, her şeye izin var". Görkemlilikle ya da umursamazlıkla, başka binlerce deyimde yankılanan bu deyimler, Nietzsche'nin yok sayıcılık ve başkaldırının tüm yükünü yüklendiğini kanıtlamaya yeter.
"Büyüklüğü Tanrı'da bulamıyorsak, hiçbir yerde bulamayız; onu yadsımamız gerekir ya da yaratmamız" der Nietzsche. Yadsımak şu kendisini çevreleyen, şu intihara koştuğunu gördüğü dünyanın işiydi. Yaratmaktansa, uğrunda ölmek istediği insanüstü çaba oldu. Nietzsche'nin insan usuna tek gerçeğinin yeryüzü olduğunu, ona bağlı kalmak, üzerinde yaşamak ve kurtuluşu gerçekleştirmek gerektiğini haykırır.
Nietzsche'nin bildirisi başkaldıran adamın ancak her türlü başkaldırıdan, hatta bu dünyayı düzeltmek için tanrılar yaratan başkaldırıdan bile el çekerek Tanrı olabileceğidir. "Bir Tanrı varsa insan o Tanrı olmamaya nasıl katlanabilir?" Bir tanrı vardır gerçekten, bu da dünyadır. Onun tanrılığına katılmak için, evet demek yeter. "Yalvarmamalı artık, kutsamalı", yeryüzü tanrı-insanlarla dolacaktır o zaman. Dünyaya evet demek, bunu yinelemek, aynı zamanda hem kendini, hem de dünyayı yeniden yaratmaktır, yaratıcı olmaktır, büyük sanatçı olmaktır.
Kuram olarak devrim sözü gökbilimdeki anlamını sürdürür. Devrim (revolution) aynı zamanda bir gezegenin gökyüzündeki dairesel dolaşımı anlamına gelir. Halkayı kapatan, yolun tamamlanmasından sonra bir hükümetten başka bir hükümete geçen bir devinimdir bu. Hükümet değişikliğine başvurulmadan yapılan bir mülk yönetimi değişikliği devrim değil, düzeltmedir. Buna karşın, devrim bir eylemi düşünceye göre biçimlendirme, dünyayı kuramsal bir çerçeveye uydurma çabasıdır. Bunun için, başkaldırı insanları öldürür, devrimse hem insanları, hem ilkeleri yok eder. Ama aynı nedenlerle, tarihte şimdiye dek bir devrim olmadığı da söylenebilir. Bir devrim olabilir ancak, bu da kesin devrim olur. Halkayı kapatır gibi görünen devinim daha hükümetin kurulduğu anda bir yenisine başlar. Devrimci hükümetler, çoğu zaman savaş hükümetleri olmaya zorlarlar kendilerini. Devrim ne denli genişse, varsaydığı savaş payı da o denli büyüktür.
İsa'dan 20-30 yıl önce, ilkçağın sonunda, Spartacus'un başkaldırısı örnek bir başkaldırıdır. İlkin bir gladyatörler, insan insana savaşan adammış, efendilerinin keyfi için, öldürmeye ya da ölmeye yargılanmış köleler başkaldırısının söz konusu olduğunu belirtmek gerekir. Yetmiş kişiyle başlayan bu başkaldırı sonunda en iyi Roma birliklerini ezen ve ölümsüz kentin üzerine yürümek için İtalya'nın aşağısından yukarısına doğru ilerleyen, 70 bin kişilik bir ayaklanmışlar ordusu olur. Ancak bu başkaldırı da Roma toplumuna herhangi bir ilke getirmemiştir. Spartacus bildirisinde kölelere eşit haklar vaat edilmekle yetinilir. Köleler ordusu köleleri kurtarır, hemen sonra da eski efendilerini kendilerine köle olarak verir. Gerçekliği kuşkulu bir anlatıya göre, yüzlerce Roma yurttaşı arasında gladyatör dövüşleri düzenlenmiş, sıralara da sevinçten ve coşkunluktan çıldıran köleler yerleştirilmiştir.
J.J. Rousseau " Her birimiz kişiliğimizi topluluğa, bütün gücümüzü yüze istemin buyruğuna veririz, her üyeyi de bütünün bölünmez parçası olarak benimseriz."
Fransız devrimini gerçekleştiren Saint Just " Hiç kimse suçsuz olarak hüküm süremez. Her kral suçludur ve bir insan kral olmak istediyse, ölüme adanmış demektir" demiştir.
Saint Just 20. yy'in zorba yönetimlerinin büyük ilkesini de o zaman "Yurtsever kişi cumhuriyeti tümüyle destekleyendir; onunla ayrıntılarda savaşan herkes haindir." şeklinde ifade etmiştir. Kim eleştirirse haindir, kim cumhuriyeti açıktan desteklemezse kuşkulu kişidir. Saint Just, bambaşka bir deyişle " İnsan severliğimi yadsımak istiyorlar." diye haykırır. "Ne büyük haksızlık! Çok sayıda kelle kurtarmak için az sayıda kelle uçurtmak istediğimi görmeyen var mı?" demiştir. Az bir sayı, fesatçılar topluluğu mu? Hiç kuşkusuz. Her tarihsel eylemin bedeli budur. Ama Saint Just, son hesaplarını yaparak 273 bin kelle istiyordu. Bununla birlikte kendi çıkarmış olduğu 1793 Anayasası'nı askıya alan Just, yeryüzünün herhangi bir yerinde bir efendi ve bir köle kaldığı sürece silahları bırakmanın alçaklık olduğunu da söylemekten geri kalmamıştır.
Hegel'in çift anlamlı "İnsansız Tanrı tanrısız insandan daha fazla bir şey değildir." sözü, insansal ile Tanrısal arasındaki ayrımın boş olduğunu, insanlığın özü, yani insan yaradılışıyla birey arasındaki ayrımdan başka bir şey olmadığını göstermek istemiştir. "Tanrı gizlemi insanın kendi kendine aşkındaki gizlemden başka bir şey değildir" ifadesi ile bunu ifade etmeye çalışmıştır Hegel.
Rus yoksayıcılığının kuramcısı Pisarev, en büyük bağnazların çocuklar ve gençler olduğunu belirtir. Stendhal, Almanları öteki uluslardan ayıran başlıca farklardan birinin de düşündükçe yatışacaklarına, düşündükçe coşmaları olduğunu söyler. Doğrudur, Ruslar için daha da doğrudur. Felsefe geleneği bulunmayan bu genç ülkede Lautreamont'un çarpılmış liselilerinin kardeşleri olan gencecik insanlar Alman düşüncesine sarılmışlar ve kanlar içinde, sonuçlarını cisimlendirmişlerdir. Aynı Pisarev, Rusya'da uygarlığın bir ülküsel gereç olarak hep dışarıdan getirildiğini belirtir.
19. yy'da Rusya'nın Almanlaştırılması bağımsız bir olgu değildir. İlk Rus üniversitesi 1750 yılında kurulan Moskova Üniversitesi, bir Alman üniversitesidir. Rusya'nın Büyük Petro çağında başlayan eğitici, memur ve askerlerce ağır ağır işlenmesi, Birinci Nikola'nın desteğiyle, düzenli Almanlaştırma biçimini alır. Aydın kitlesi, 30'lu yıllarda Fransızlarla birlikte Schelling'e, 40'lı yıllarda Hegel'e, yüzyılın ikinci yarısında da Hegel'den çıkma Alman sosyalizmine tutulur. 1825 yılında gerçekleşen ayaklanmada ise, bu hareketin öncülerinden olan Pastel ve ekibi Petersburg'da Senato alanında top ateşi ile yok edilmiştir.
Sonraki yıllarda da etkisi devam eden sosyalizm akımından etkilenenler arasında olan Neçayev ve arkadaşı Uspenski arasında geçen bir diyalogda Uspenski "Bir adamın yaşamına son vermeye ne hakkımız var?" diye sormuştur. Aldığı yanıt ise "Hak değil söz konusu, savımıza zarar veren her şeyi yok etme görevimiz" şeklinde olmuştur. Gerçekten de, tek değer devrim oldu mu hak yoktur, görevler vardır yalnız. Ama insan, birdenbire bir tersine dönüşle, bu görevler adına bütün hakları kendi avucuna alır. Böylece, hiçbir zorba hükümdarın canına kastetmemiş olan Neçayev, sav adına, İvanov'u pusuda öldürür.
1878 yılı, Rus yıldırıcılığının doğum yılıdır. 193 halkçının duruşmasının ertesinde, 24 Ocak günü, gencecik bir kız, Vera Zasuliç, Petersburg Valisi General Trepov'u öldürür. Jüri üyelerince suçsuz bulunduktan sonra, çarın polislerinin elinden de kaçar. Bu tabanca kurşunu birbirlerine karşılık veren ve ancak bıkkınlığın yardımıyla sona ereceği daha baştan sezilen bir baskı ve suikast çağlayanın başlangıcı olur. Aynı yıl, Avrupa'da, Almanya imparatoru, İtalya ve İspanya kralları suikastlara kurban gider. Yine 1878 yılında, II. Aleksandr, Okrana ile, devlet yıldırıcılığının en etkili silahını yaratır. Bundan sonra, Rusya'da ve Batı'da 19. yy öldürmelerle taçlanır.
Şigalevcilik, kişilik haklarını insanlığın onda birinin taşımasını, bu onda birin, geri kalan onda dokuz üzerinde sınırsız bir yetkiye sahip olacağını savunmaktadır. Bunlar kişiliklerini yitirecek, bir sürü gibi olacaklardır; edilgen boyun eğişle yetinilecek, böylece ilk arılığa, bir bakıma, ilk cennete geri dönecekler, burada çalışacaklardır diyen bir görüştür.
Us: akıl mantık anlamına gelmektedir. Eytişim ise, diyalektik yöntem uygulanması ve karşılıklı konuşmayı ifade etmektedir. Özdek ise, duyularla algılanabilen maddeleri ifade eden kavramlardır. Bunlara ek olarak, erek kelimesi, amaç; saltık kelimesi ise, sınırsız, limitsiz anlamına gelmektedir.
Kapitalistin çıkarı, çalışma saatlerini elden geldiğince uzatmaktan ya da, artık bunu yapamıyorsa işçinin verimini en yüksek derecesine çıkarmaktır. Düşük fiyatları uzun zaman sürdürebilecek olan büyük kapitalistler küçük kapitalistleri yutar. Kazancın gittikçe artan bir yani yeni makinelere yatırılır ve sermayenin değişmez yanında toplanır. Bu çifte devinim orta sınıfların iflasını hızlandırarak onları proletaryayla birleştirir, sonra da yalnızca proleterlerin ürettiği zenginlikleri sayıları gittikçe azalan ellerde toplar. Böylece düşkünlük çoğaldıkça proletarya genişler.
Burjuva sınıfı bir üretim, bir maddesel güç çılgınlığıyla alçaldı; bu çılgınlığın örgütlenmesi bile seçkin kişiler yaratamazdı. Lenin bu konuda " proletarya işte bu fabrika okulunun yardımıyla disiplini ve örgütü daha iyi sindireceği" için kendi diktatör merkezciliğini daha kolay benimseyeceğini söylemek gözü pekliğini göstermiştir.
Bilimsel olduğunu söyleyen Sosyalizm nasıl oldu da olgulara takılıverdi böyle? Yanıtı basit: Bilimsel değildi. Bilimsel olmak şöyle dursun, aynı zamanda hem gerekirci, hem önbilimci, hem eytişimsel, hem de inatçı yani dogmacı olması yüzünden, oldukça bulanık bir yöntemden ileri gelir başarısızlığı. Us nesnelerin yansımasından başka bir şey değilse, varsayım bir yana, onların ilerisine geçemez. Marksçılık bilimsel değildir, bilimcidir en fazla. Ger türlü ilkeyi yok sayan Alman ülkücülüğünün uydurduğu tarihsel mantıkla verimli bir araştırma, düşünce, hatta başkaldırı aracı olan bilimsel mantık arasında belirmiş olan derin uzlaşmazlığı ortaya koyar.
Lenin kitlelerin kendiliğindenliğine karşı amansız bir savaşa girdiği için Lassalle'ı kutlar. "Kuram kendiliğindenliği egemenliği altına almalıdır" der. Marx da " Şu ya da bu proleterin, hatta bütün proletaryanın erek olarak tasarladığı şeyin önemi yok" demiştir. Bu da açık anlamıyla, devrime önderler ve kuramcı önderler gerektiği anlamına gelir. Devrimin gizli ve gerçekçilikten en uzak gizli kurumunun egemenliğini haber veren bir ajanlar örgütü - Lenin bu deyimi kullanır- " Devrimin Jön Türkleriyiz biz, fazla olarak biraz da Cizvitliğimiz var" der. Bu andan sonra, proletaryanın görevi kalmamıştır artık. Devrim keşişlerinin elinde, başka araçlar arasında, güçlü bir araçtan başka bir şey değildir.
Gerçekte Rusya'da Lenin'in başarıya ulaştırdığı, hem de Marx'a karşı başarıya ulaştırdığı kişi, Neçayev ve Tkaçev'le birlikte devlet sosyalizmini bulan Lassalle'dir. Bundan sonra, Lenin'den Stalin'e dek, partinin iç çarpışmalarının tarihi, işçi demokrasisi ile asker ve memur diktatörlüğü, adalet ile etkenlik arasındaki savaşla özetlenecektir.
Amerikan romanı insanı ya ilkele ya da dış tepkilerine ve davranışına indirgeyerek birliğini bulmak savındadır. Bizim romanlarımız gibi bir duygu ya da bir tutku seçip bunların ayrıcalıklı görüntülerini vermeye çalışmaz. Çözümlemeyi, bir kişinin davranışını açıklayıp özetleyecek olan temel bir ruhsal etkenlik aramayı yadsır. Bu nedenle, bu romanın birliği aydınlatma birliğinden başka bir şey değildir.
Proust'a gelince; inatla incelediği gerçekten yola çıkarak, yalnız kendisinin olacak, nesnelerin kaçıp gidişine, ölüme karşı yengisini perçinleyerek, kapalı, yeri doldurulamaz bir dünya yaratmaktı onun çabası. Ancak uçsuz bucaksız ölü anlar, bellekte hiçbir şey bırakmadıkları için atılacaktır.
Haklıyı, haksızı söyleme, ölmeyi yadsıyan bir varlık parçası adına bütün varlığı isteme yeteneğinden yoksun bir özgürlük tasarlanamaz. Saltık şiddetsizlik köleliği, köleliğin şiddetlerini geri getirir; yöntemli şiddet de yaşayan topluluğu, ondan aldığımız varlığı yok eder; birincisi olumsuz, ikincisi ise olumlu olarak, etken olarak yapar bunu. Verimli olmak için, iki kavramın da sınırlarını bulmaları gerekir.
Başkaldırı ile yok sayıcılık üzerine bu uzun soruşturmanın sonunda, tarihsel etkenlikten başka sınır tanımayan devrimin sınırsız kölelik anlamına geldiğini biliyoruz.
DEĞERLENDİRME:
Konu: Yazarın tanımını gerçekleştirdiği başkaldırma eyleminin bireyin ve toplumların hayatında nasıl hayata geçirileceğine dair yöntem ve kıyaslamalar barındıran eserin konusu kısaca yaşanılan düzene başkaldırmadır.
Üslup: Örnekleme ve mukayese bakımından birçok batı aydınının düşüncelerini tetkik eden yazar, eserin asıl konusu olan başkaldırma eylemi ile bu değerlendirmelerin bağlantılarını sağlıklı ve net olarak gerçekleştirememiştir. Anlatımın bir kısmında eserin ilk bölümlerine yapılan alıntılar sebebiyle konu bütünlüğünün sarsılmasına sebep olunmuştur.
Özgünlük: Yazarın meydana getirdiği ve günümüze kadar süre gelen birçok benzer tanımdan devşirilmiş olsa da yeni bir mefhum meydana getirerek insanlara kılavuz olma düşüncesi eserin özgün olarak telakki edilmesini sağlayan bir unsur olarak gözükmektedir.
Karakter: Eserin deneme mahiyetinde kaleme alınması sebebiyle, herhangi bir karakter kullanımı olmamıştır. Bu açıdan bu değerlendirmeye karakter kriteri dahil edilmeyecektir.
Akıcılık: Üslubun kimi yerlerde konu bütünlüğünü bozması ve Tanrı kavramının ilk başlarda soyut biçimde fazlaca kullanılması kavramın önemini ve eserin içeriğini olumsuz etkilemiştir. Bu yönden eserin okuyucuda müspet bir tesir bırakması zor gözükmektedir.
Genel: Belirtilen kriterler uyarınca 10 üzerinden gerçekleştirilen değerlendirmede eser:
Konu: 6
Üslup: 5
Özgünlük: 7
Akıcılık: 6
şeklinde puanlandırılmış ve ortalama 6 puan almıştır. Yukarıda belirtilen sebepler nedeniyle 7 barajını geçememiş olan eseri, deneme meraklılarının okuması gereken bir eser olarak sınıflandırmak gerekmektedir.
(*) : Notlar başlığındaki bütün kısımlar:
BAŞKALDIRAN İNSAN
Yazar: M. Barış Muslu
Yayınevi: Can Yayınları
Baskı: 14. Baskı – Şubat 2014
kapakta kullanılan fotoğraftaki kitaptan alıntı olarak kullanılmıştır.
Comments