CEMİL MERİÇ - MAĞARADAKİLER
- kirmizicantaliavukat
- 23 Mar
- 10 dakikada okunur

YORUMLARIM:
Cemil Meriç tarafından kaleme alınan eserde, batı ve Rus dünyasındaki aydın, entelektüel mefhumlarının detaylı tasvirleri ile bu zümrenin ülkemizdeki aydın kesime olan yansımaları tarihsel unsurlar ile incelenmektedir.
Yazar, en başta entelektüelin aydının ve bu iki tabir dışında pek bilinmese de Rusçadan türemiş intelijansiyanları etimolojik unsurlar ışığında önce açıklamakta sonra da bu zümrelerin tarihteki önemli olaylar neticesinde nasıl değişikliklere uğradığını ifade etmektedir.
En son ise, ülkemizin tarihinde bu değişimlerin karşılıklarının nasıl meydana geldiğinden bahseden yazar, özellikle bu tabirlerin gerçek manalarının altının boşaltılarak topluma dair bir bilgisi olmayan bir zümreye aydın dendiğini ifade etmektedir. Günümüzde de, birçok alanda görüleceği üzere, her konu üzerinde bilirkişi gibi konuşmalar yapan sözde entelektüel birçok kişinin esasında kazanımlarının yalnızca tek taraflı olarak batı eserlerinin taklitleri olduğu görülmektedir.
Yazar, batı taklidi konusunda tanzimat itibariyle ülkemizde müstağrip yani batı özentisi kesimden bahsetmeyi de ihmal etmemiştir. Babıali Baskını ile gerçekleşen darbe akabinde yönetimi ele geçiren o zamanki isimleri ile Jön Türkler, imparatorluğun zor zamanlarında hızlı bir çöküş ile Osmanlıyı bir anda 1. Dünya Savaşı’na çekmişlerdir. Bu süreç ve sonrasından itibaren ülkemizde sürekli batının örnek alınması gereken rol model olduğu insanımıza telkin edilmiştir.
Batıya giden genç beyinlerimizin döndüğünde kendi ülkelerinden uzak bir şekilde müstağriplere evrildiği görülmektedir. Batıdan 200 yıl geride olduğumuzu ifade eden Namık Kemal üstüne onlar gibi olabilmemiz için 200 seneye ihtiyacımız olduğunu ileri sürülmesi, bu anlayış ile aradaki farkın kapatılma niyetine bile girilmemesi yönünde toplumumuzu bir kabullenişe sürükleme çabasıdır. Ne yazık ki bu zihniyet, batının temel değerlerini dahi idrak edemeden onu taklit etmeye çalıştığı için, bu konudaki eksiklikler neticesinde ülkemiz ne batılı ne de doğulu gibi gözüken bir hüviyete bürünmüştür.
Söz konusu sorunların günümüzde de devam ettiği ancak artık batılılaşma sürecinde çok daha hızlanmış bir ülke olduğumuz aşikardır. Bu durum ne yazık ki, kadim gelenek ve teamüllerimizin bazılarının yavaş yavaş kaybolmasına sebebiyet verebilmektedir. Bununla birlikte, batı devletleri kadar küresel güçlerin popülist söylem ve iddialarına da teslim olunmadığını görmek ümit vericidir.
Eserde ayrıca Fransız İhtilali ile dünya gündemine oturan ihtilal kelimesinin de etimolojik kökenine dair detaylı tahliller yapılarak, hem cumhuriyet tarihimizde hem de Tanzimat sonrasındaki süreçte bu kavramın politik bir meze olarak birkaç versiyonda iletildiği görülmektedir. İhtilal yerine inkılap, daha sonra devrim adını alan ihtilal, özündeki manasını kaybetmese de sesteşlerini olabildiğince artırma gayreti ile çoğaltılmıştır.
Yazarın ülkemizde yaşanan en net ihtilal örneği cumhuriyetin ilanıdır. Cumhuriyetin ilanı sonrasında gerçekleşen inkılaplara ise, yapılan ihtilal sonrasındaki reformlar olarak tanımlamanın gerektiğini ifade etmiştir. Atatürk’ün ihtilal yerine inkılap tabirini kullandığını da özellikle belirtmiştir.
Yazar tarafından en çok eleştirilen reform ise, harf devrimidir. Osmanlıca’nın Tanzimat sonrası Türkçeleşmeye başladığını ve birtakım Türkçe kelimelerin Arap harfleri ile yazılması ve telaffuz edilmesinin zor olmasının komple bir dil birikimini değiştirmek için yeterli sebepler olmadığını belirtmektedir. Bunun yerine Osmanlıcanın öncesinde olduğu gibi, batıdaki bazı kavramları Türkçeleşen yapısı içerisinde karşılanması şeklinde yenilenmesi gerektiğini ifade etmektedir.
Eserden yapılmış olan alıntıların çokluğu göz önüne alındığında her konuya tek tek değinmenin mümkün olmadığı aşikardır. Kaldı ki yazar, bütün tahlil ve tasvirlerini birçok kaynak gösterip örneklendirmelerden yararlanarak yapmıştır. Bu sebeple en azından alıntılar bölümündeki maddelerin detaylıca irdelenmesi gerektiği aşikardır.
Sonuç olarak eser, ülkemizin özellikle aydın kesiminin sorumluluklarını 200 yıldır yerine getiremeyen bir batı taklitçisi olarak kaldığını önemli örneklerle ifade eden ve günlük hayatımızda hala tam olarak ayırt edilemeyen bazı kavramların detaylı mukayeselerini yapan önemli başucu kitaplarından birisi olarak telakki edilmeyi hak etmektedir.
ALINTILARIM(*):
Her diplomalıya entelektüel diyemeyiz. Ama yüksek bir öğrenim görmüş kimseler birer entelektüel adayıdırlar.
Entelektüel eleştiricidir, çünkü olayları yaşamaz, dışarıdan seyreder. Sonra kendini kabul ettirmenin en kestirme yolu çevresinde şaşkınlık uyandırmaktır.
Zamanımızda ise münevver, dünyayı yenileştirecek ve değiştirecek keşifler ve çalışmalar yapan adamdır: Bu tarife göre edebiyatçılar da, tarihçiler de, filozoflar da entelektüel sayılmayacaktır.
Sol, aydına bazen dost, bazen düşman. Daha doğrusu entelektüel, kendilerinden olmak şartıyla alkışlanmaya layıktır.
Entelektüel bir bilgi hamalı değildir. Hakikat uğrunda her savaşı göze alan bağımsız bir mücahittir.
( Kler, batı dillerinde hem rahip, hem aydın, hem noter adayı… Kelime bu çeşitli manaları nasıl kucaklamış? Sözlüğe göz atalım: “Barbar istilaları sırasında, ilimle irfan manastılara ve kiliselere sığındı ve asırlarca orada kaldı. Halk, karanlık bir cehalet içindeydi, çağdaşlarına kıyasla azıcık bilgisi olan, alfabeyi söken herkes, hiç değilse cübbesi ve kafasının tıraşı ile, kiliseye mensuptu. Bu itibarla bütün aydınlara kler dendi. Papaz olan köle, hürriyete kavuşurdu; şehirli için daha sakin bir yaşayış demekti papazlık, haraçlardan, saldırılardan kurtulmak demekti. Hükümdarlar maarifin yayılmasına o kadar teşne idiler ki, okuma yazma bilen mahkûmların çok defa hayatı bağışlanırdı. Bütün mevkiler, bütün makamlar kilise mensuplarınındı. Rahipler yalnız bakan, yalnız elçi, yalnız müşavir değildiler; bugün tamamen din dışı kimselerin işi olan meslekler de onların tekelindeydi: avukatlık, üniversite hocalığı, noterlik, doktorluk gibi. Serbest meslekle uğraşanlar ancak 14. Asrın sonlarında evlenme izni alabildiler. İhtilale kadar sürüp gider bu durum. Kilise kurallarından kurtulan, bekarlığı reddeden nice kler, kilise adaletinden faydalanmak için klerliğe bağlı kalır. Hükümdarların iktidarı arttıkça, kilise mahkemeleri önemini kaybeder, yalnız papazların davasına bakar bu mahkemeler. Ve kler kelimesi artık aydın manasına değil, bugün olduğu gibi noter yamağı, avukat adayı anlamına gelir.” )
Sartre- Jean-Paul “18. Asır, aydınların Altın Çağıdır. Burjuvazinin kucağında doğan, terbiye edilen, yetiştirilen filozoflar onunla tam bir anlaşma halindedir.”
Filozofların torunları 19. Asrın son otuz yılında yeni bir ad taktılar kendilerine: Entelektüel. İktisadi altyapı oldukça değişmiş, işçi sınıfı güçlenmiş, burjuva ideolojisi parçalanmıştı. Entelektüellerden beklenen iş, teknik bilgilere dayanarak hakim sınıfın çıkarlarını korumak, düşman ideolojilere karşı onun ideolojisini güçlendirmek, ayakta tutmaktır. Görevleri, insanlığı birleştirmek değil, imtiyazları devam ettirmekti.
Kitapla hayat, nazari bilgi ile günlük rutin arasındaki uçurum doldurulmadıkça, tefekkür iki kutuptan birine yönelecektir: Ütopya veya beyin yıkama.
Kültürü tasfiye etmedikçe, toplumu da yok edemezsiniz.
( Paul Robert Intelijansiyayı, 19. Yy sonunda Fransızcaya geçen Rusça kelime olarak ifade ederek: “Çarlık Rusya’sında entelektüeller sınıfı. Nihilist akımın üyelerinden çoğu intelijansiyadandı. Geniş anlamda: Entelektüeller.” olarak tanımlamıştır.)
Davranışlarını, anayurttan kopuş, Rus halkından ayrılış olarak nitelemek yanlış. Dostoyevski “Rus toprağının koca serserileri” der, intelijansiyaya. Sıkı bir göz hapsindeydiler. Çevrelerindeki dünyayla bağları kesilmişti. Bu tecrit onları düşünceye hapsetti. Siyasetle uğraşamazlardı.
1840larda 50 milyon nüfusu olan bu ülkede (Rusya) 3000 üniversite talebesi vardı. 1860larda nüfusu 60 milyonun aşmışken üniversitelilerin sayısı 4500. 1870lerde ise, 5000 küsurdu.
Rusların içindeki Slavlar ise, Kralcılıktan yanadırlar. Çünkü iktidarı tek kişinin omuzlaması, halkın böyle bir şaibeyle lekelenmesinden daha hayırlıdır. Halk, cismani iktidarı yüklenemez, dinin emrindedir.
Akla uymayan hiçbir şey reel değildir.
Nihilizm, Tanrı’yı, ruhu ve en üstün değerleri inkar eder. Ama bu inkar da dini bir davranış. Unutulmasın ki, ortodoksluktan doğdu Nihilizm.
Çerniçevski “Hadiseler ırmağın akışını saptırabilir, yavaşlatabilir, hızlandırabilir. Ama gelip geçicidirler.”
Sanatta kanun olmaz, herkesin kendine göre bir güzellik anlayışı var.
Popülizm, Rus halkına inanıştır; halk deyince çalışanlar kitlesi ve geniş ölçüde köylüler anlaşılmalıdır.
Ruslar, burjuvaziye anadan doğma düşmandırlar, kapitalizmden ürkerler.
İnsanlar sorumlulukları ölçüsünde büyürler, sorumlulukları kalmayınca değerleri de kalmaz.
Türk aydını her mevsim bir başka meçhulün sevdalısı. Geçen asrın ortalarında ıslahatçıdır, sonra ihtilalci olur, sonra inkılapçı. Ve tarih, 27 Mayıs’tan bu yana yeni bir kahramanın zaferine alkış tutar: Devrimci. Artık iki hücreli bir mahbesteyiz (hapishane); hücrenin biri devrimcilerin, öteki gericilerin.
İhtilalin ezeli bir özü yoktur. Bizce hükümet darbesi tabirini, ya iktidarı elinde bulunduranların kanunsuz olarak gerçekleştirdikleri bir anayasa değişikliği, yahut da devletin silahlı bir topluluk tarafından ele geçirilmesi için kullanmak yerinde olur. Bu el koyuş, başka bir sosyal sınıfın iktidara yükselmesi veya bir rejim değişikliği ile neticelenirse, ihtilal adını alır. (Aydınlarımızdaki devrim sevdasının kaynağını merak edenler Raymond Aron’un kitabına başvursunlar.)
İhtilal nitel, reform ise nicel bir değişmedir. Birincisi bir atlayıştır, ikincisi bir devam edil. Reform, düzeltmedir, onarır ve sağlamlaştırır.
(Araplar revolution karşılığı olarak savre’yi kullanırlar. İhtilal Arapçada bozukluk, karşılıklık belirten bir kelimedir, somut bir kelime. Kamus tercümesine göre: “kötü hal (sirke): şıranın sirke olması… düşmanı mızrağa dizmek. Gövdenin eti eriyip perişan olması”. Kitapta ihtilal yok. Demek ki Osmanlı, ihtilali Arapça’daki somutluktan uzaklaştırmış, ona daha genel, daha müphem, daha soyut bir anlam kazandırmıştır. İki dil, iki kültür arasındaki gelişme farkı.)
Zamanla revolution, aydınlarımız için sevimli bir mefhum olur. Meçhulün, tehlikenin cazibesi. Ne var ki ihtilal kelimesi bazı yazarları tedirgin etmeye başlar, yarı şuuru bir tedirginlik. İhtilali’n yanında yeni bir karşılığa yer verilir: İnkılap. Şimdi de inkılabı tanıyalım. “Kökü, kalb: Bir nesneyi geriye döndürmek. Taklib: Bir nesneyi cihetinden geri döndürmek”. Büyük Türk Lügatı, inkılabı: Başka şekle ve tarza girmek, değişmek, diye tarif ediyor.
Medeni Kanun’un mucip sebepler layihasında “Türk ihtilalinden söz edilir. Gerçi Mustafa Kemal inkılap kelimesini kullanır, ama tarif ettiği inkılap, ihtilalden başka bir şey değildir: “İnkılap: 1- Mevcut köhne müesseseleri zorla değiştirmektir. 2- Türk milletinin son asırlarda geri bırakılmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini sağlayacak yeni müesseseler koymuş olmaktır.” “Kan ile yapılan inkılaplar daha muhkem (sağlam) olur…” Paşa’ya göre… “Kansız inkılap ebedileştirilemez.” (Söylev ve Demeçler)
Burjuva sosyologlarını tariflerini kabul edersek ihtilal, toplumların yapısında cebir yoluyla gerçekleştirilen değişiklerdir (Arthur Bauer) İhtilalin ezeli bir özü yoktur; iktidara el koyuş, bir rejim değişikliğiyle neticelenirse, ihtilal adını alır (Raymond Aron). Bu manada bir Atatürk ihtilalinden söz edilebilir. İhtilali istediğiniz kelime ile karşılayabilirsiniz. Fakat ihtilal gerçekleştikten sonra yapılan teferruata ait düzeltme veya düzenlemeler ihtilal değil reformdur. Dolayısıyla, ihtilal, inkılap ve devrim kelimeleri hep aynı mefhumun, yani revolution’un tercümesidir. Batı dillerinde sosyal değişiklikleri ifade eden iki kelime, yalnız iki kelime vardır: Revolution ve reform. Mefhumlardaki ihtilal ise ihtilalciliğin değil, ihtilali şuurun belirtisidir.
Tanınmış ceza hukukçusu Garraud’a göre “Düşüncenin hakları toplumun korunmasından önce gelir; çünkü fikirler arasındaki çatışma ve çarpışma ilerlemenin vazgeçilmez şartıdır.”
20. Asırda terakki inancı hazin bir hatıradır Avrupa için. Tezatlar içinde çırpınan Batı, mistisizmden medet umar.
Namık Kemal Londra’ya 1867’de ayak basar. Victoria çağı, İngiliz toplum hayatındaki sınıf uçurumlarının derinleştiği bir devir. 18. Yüzyılın özgür, umursamaz İngiliz nesli, yerini din ve gelenek bağlarının zincirlediği soluk benizli, çarpık, çelimsiz bir kuşağa bırakmıştır. Doğru dürüst bir kanalizasyon sisteminden yoksun bulunan Londra’nın açık kanallarından gelen kokular insanı rahatsız ettiğinden, konaklarda oturanlar kapı ve pençelerini sımsıkı kapamak zorundadırlar. (Yusuf Mardin) Ne var ki, genç şair, ne sınıf çatışmalarının farkındadır, ne de Thames’ten yükselen kokuların. Dilini anlamadığı o Babil kulesinde tek kılavuzu, Paris Büyükelçiliğinde görevli imam hoca Tahsin Efendi’nin, çok tonton bir adam diye kendisinden söz ettiği A. Fanton.
Girardin ne güzel söylemiş: “Toplumun da tabiat gibi kanunları var. Yazılı hukuk bunları görmezlikten gelebilir ama yok edemez.”
Sosyalist sıfatı daha çok aydınlar (burjuva ve küçük burjuva aydınları) tarafından benimsendiği için işçiler arasında kuşku uyandırır. Nitekim 1848’de Marx-Engels imzasını taşıyan Beyanname sosyalizmin değil, komünizmin beyannamesidir. Ama Marksizm daha sonra kendini ilmi sosyalizm diye tanıtacak, bu lafzı belli bir dünya görüşünün ismi olarak kullanılacaktır. Sosyalizmle komünizm arasındaki farklar bugüne kadar kesin olarak belirlenmemiştir. Zaman zaman aynı anlamda kullanılır, zaman zaman ayrı anlamalar yüklenirler.
Özetleyelim: Osmanlı aydınlarının sosyalizm karşısındaki tutumu hemen hemen aynıdır. Sosyalizm, başka bir dünyada yaşanan bir nevi hastalık. Cevdet Paşa için kaynağı Mezdek’e kadar çıkan bir sapıtış. Ali Paşa’ya göre, sınırlarımıza sokulmaması gereken bir tehlike. Şemsettin Sami, kısa bir zaman hayranlık duymuştur sosyalizme. Çünkü her yeniliğe aşıktır, hele Avrupa’dan gelen yeniliklere. Afgani, sosyalizmin karşısına iştirakiyeyi çıkarır.
Avrupa’nın “Batılılaşınız” teklifi tek anlam taşıyordu: “Kapitalizme teslim olunuz”. Bürokratlarımız Batılılaşmaktan çok, Batılılaşmış görünmek istiyordu. Harf devrimi kütüphanelerimizi dilsizleştirmişti. Tek parti, çelik bir korse giydirmişti şuura. 60lardan sonra setler yıkıldı, izm’ler bulanık bir sel gibi aktı ülkemize. İslamiyet serbestti ama müstağripler için bir abesler yığınıydı; din, gericilikti. Şuurumuza vurulan o zinciri çoktan parçalamıştı Cumhuriyet. İslam olmak, çağın dışına çıkmaktı. Eğitim de, basın da müstağriplerin elindeydi.
Doğudan kopmuştuk. Batıyı tanımıyorduk. Medeniyet bir hamlede fethedilemez. Tercümeler, yabancı bir dünyanın döküntülerini aktarmıştı yurdumuza.
Müstağripliğin itibarda olduğu devirde, felsefenin Ahmet Mithat Efendi’si oldu. Sonra, müsteşrikliğe (oryantalist) geçti. Bir Hıristiyan gözüyle gördü İslamiyeti ve bir Hıristiyan gibi anlattı.
27 Mayıs’tan alınacak ders-i ibret: “Son elli senelik nizamın bütün zaaflarını ve kati olarak yürüyemediğini, yürüyemeceğini göstermesi… Ölüyü yaşatmaya çalışmak, abesle iştigaldir. Ecdadımızı inkar ediyoruz, ecdadımızı, yani Osmanlı’yı. Biricik düşmanımız: Türk-İslam medeniyeti.
Celal Nuri “Dili zenginleştirmek ona yeni mefhumlar kazandırmakla olur. Kelime atmak değil, kelime almak zorundayız.”
Hiçbir ülkenin eşine rastlamadığı bir vandalizme inkılap adı verilir: Dil İnkılabı. Bu aşırı tasfiyecilik çıkmaza sağlanınca sahneye yeni bir nazariye çıkarılır: Güneş Dil Teorisi. Bu dahiyane buluş intelijansiyanın namusunu kurtarır. Türkçe bütün dillerin anası olduğuna göre özleştirmeye ne lüzum var. Ama bir kere ok yaydan fırlamıştır. İntelijansiya ebedi şefin ölümünden sonra büsbütün gemi azıya alır. Dil devrimi politikanın emrindedir artık. Ona dil uzatmak, devlete karşı koymaktır. Aydının tek hürriyeti vardır: Dili tahrip. 30-40 yıl önceki münakaşaları hatırlar mısınız? Yok edilmesi gereken düşman: Osmanlıca. Saldıranlar küstah, savunanlar tabansız. Birincilerin dudağında tılsımlı bir kelime: İnkılap Ve arkalarında Batı.
Osmanlıca da Türkçeleşmiyor muydu? Milliyet şuurunun uyanması bu cereyanı bir kat daha güçlendirdi. Aynı gelişmeyi Avrupa dillerinde de görmüyor muyuz? Dilde inkılap olmaz. İhtiyar tarih dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir çılgınlığa şahit olmamıştır. Toplum geliştikçe, dil de gelişir. Osmanlıca diye bir dil yoktur. Osmanlıca, Anadolu’ya yerleşen ve İslamiyet’i benimseyen Türklerin dilidir.
Osmanlıca sözler niçin kovulmalıymış biliyor musunuz? Yeni harflerle yazılamıyorlarmış da. Ne dahiyane gerekçe! Dil alfabeye uymuyor diye bin yıllık dile kıyacağız. Yazarın bir başka şikayeti de şu: Arapça ve Farsça mekteplerden kaldırıldı. Gençler aynı kökten gelen Arapça kelimeler arasındaki bağları göremiyorlar. Bu da mı gam.. Mekteplere Arapça, Farsça dersler koyarız olur biter.
Rusya’nın Avrupalılaşması bir tehlike Dosto’ya göre. Bir ülke mazisinden kopamaz, kopmamalıdır.
O dönemlerde şöhret ve haysiyet bir başkası olmaktan ibaretti. Hem de kendimizden çok daha sığ, çok daha tatsız bir başkası.
Kalabalık, kayaya yapılan bir midye şuursuzluğu ile geleneklerine sarılmış, cebin ve uyuşuk. Arada bir uyanır gibi oluyor. Sonra tekrar dalıyor derin uykusuna. Avrupa’yı tanımamak, gaflet. Avrupa’yı tanıyan, ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız? Gerçeği görmek hatayı sonuna kadar yaşamakla mümkün. Yığın Avrupalılaşırken, aydınlar Türkleşmeli. Ve çalışmaya başladım. Spinoza 40 yaşında ölmüş. Nietzsche 44 yaşında delirmiş. Ben yolumu 44 yaşından sonra buldum. İbni Haldun, İslam dünyasındaki kılavuzum.
Düşünenin görevi insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada (doğru yolu gösterme, uyarma) çalışmak: Kızmadan, usanmadan irşat. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.
Yeni bir kitabı bitirmek üzereyim: Mağaradakiler. Eflatun’un mağarası bu. İçinde bizler varız. Beşir Fuat’lar, Ali Suaviler, Hilmi Ziyalar… Türk aydınının yüz yıllık dramı. Sonra da genel olarak batı aydını ve Rus intelijansiyası (entelektüel)
DEĞERLENDİRMELERİM:
Konu: Eserde, batı ve Rus dünyasındaki aydın, entelektüel mefhumlarının detaylı tasvirleri ile bu zümrenin ülkemizdeki aydın kesime olan yansımaları tarihsel unsurlar ile incelenmektedir.
Üslup: Yazarın kullanmış olduğu üslup günümüzde genel okuyucu kitlesi için bazen yorucu olabilse de, bu durum özellikle eski kelimelerin kullanımından kaynaklanmaktadır. Ancak bu konuda, Serveti Fünun gibi ağdalı bir anlatım tercih edilmediği ifade edilmelidir. Dolayısıyla anlatımın akıcılığını durağanlaştıracak bir etmen olmadığının belirtilmesi gerekmektedir. Yazar, bazı tanımların daha iyi idrak edilebilmesi ve üzerine daha sağlıklı tahliller yapılabilmesi için ilgili kavramın tanımının menşei ülkesindeki kaynaklar aracılığı ile gerçekleştirmiştir. Bu durum günümüzde dahi tam manasıyla kullanılmasında sorunlar yaşanan kavramların daha anlaşılabilir bir şekilde değerlendirilmesini sağlamaktadır. Söz konusu alıntıların yanında örneklendirmeler ile de bu kavramların gerçek mana ve muhtevasını okuyucuya daha sağlıklı bir şekilde aksettirebilmektedir. Bunca detaylı tahlile rağmen eser, akıcılığından bir şey kaybetmemiştir denilebilir.
Özgünlük: Eser, niteliği itibariyle bu kategoride değerlendirilmeyecektir.
Karakter: Eser, niteliği itibariyle bu kategoride değerlendirilmeyecektir.
Akıcılık: Eserin konusu dikkate alındığında ilk bakışta durağan bir anlatıma sahip olacağı düşünülse de, kitap okunmaya başlandığında akıcılık unsuru yönünden bir sorun olmadığı açıkça görülecektir. Ancak yukarıda da bahsedildiği üzere, bazı kelimelerin sözlük kullanılarak daha sağlıklı şekilde irdelenmesi gerekmektedir. Bununla birlikte, eserin türü ve konusu itibariyle sürükleyici bir eser olmasının beklenmemesi gerektiği aşikardır.
Genel: Yukarıda belirtilen kriterler uyarınca 10 üzerinden gerçekleştirilen değerlendirmede:
Konu: 9
Üslup: 8,5
Akıcılık: 7,5
puanlarını alan eserin genel ortalaması 8,3 puandır. Türüne göre 8 barajını geçmeyi başaran eserin her Türk vatandaşı tarafından hem tarihteki bazı gelişmeleri daha iyi idrak edebilmek hem de olaylara daha farklı bir bakış açısından bakabilmek için kesinlikle okunması gereken kitaplardan birisi olduğu ifade edilmelidir.
(*) : Alıntılarım başlığındaki bütün kısımlar:
MAĞARADAKİLER
Yazar: Cemil Meriç
Yayınevi: İletişim Yayınları
Baskı: 32. Baskı - 2020
kapakta kullanılan fotoğraftaki kitaptan alıntı olarak kullanılmıştır.
Comments