top of page
kirmizicantaliavukat

İSTANBUL GECELERİ – SAMİHA AYVERDİ

 

 


Samiha Ayverdi
İstanbul Geceleri

YORUMLARIM:

 

             Yazar Samiha Ayverdi tarafından kaleme alınan ve 1952 yılında yayınlanıp 1900lü yıllardaki İstanbul ve Türk insanının portresini çizen eserde, İstanbul’un önemli semtlerine ilişkin tasvirler konu edilmiştir.

 

Yazarın özellikle dile hakimiyeti ve Türkçe’nin zenginliklerini göstermesi bakımından okuyucuya edebi bir görselleştirme yaşamayı mümkün kıldığı görülmektedir.

 

Dönemin toplumsal betimlemelerine de yer verilen eserde, uyuşturucu ve alkol tüketiminin özellikle o yıllarda fazlaca artmasına değinilen kıssaların yanında, ülkede batı hayranlığının  hangi raddelere geldiği gösterilmektedir. Bununla birlikte, eski kültürümüze ve geleneklerimize ilişkin de detaylı bilgilendirmeler yapan yazar, okuyucuyu ve dönemin toplumunun yozlaşma aşamasını göstermeyi de açıkça başarmıştır. Alıntılar bölümünde bu gelenek ve kültürel ögelere detaylı olarak yer verildiğinden yorumlarda bu kadarıyla iktifa edilecektir.

 

Tüm bu olumsuzluklara rağmen, Türkiye’nin ve İstanbul’un her zaman Türklerin elinde eskiden olduğu gibi medeni konumuna kavuşacağı ifade edilmiştir.

 

İstanbul’un günümüzdeki durumuna ilişkin birkaç şey söylemek gerekirse, 1900lü yıllardan beri devam eden taşı toprağı altın önermesi ile köylerden oldukça fazla göç alan ve dünyanın nüfus olarak 66 ülkesini dahi geride bırakan şehrimiz, yavaş yavaş köylere göç verme aşamasına geçmiştir. Bu durum ilk bakışta eski kültürel değerlerin daha iyi himaye edilmesini düşündürse de, göç eden kitlenin niteliğine dikkat edilmesinin gerekliliği aşikardır.


Sonuç olarak eser, ülkemizin ve İstanbul’un demografik yapısını, kültürel ekonomik ve tarihi yönlerden oldukça iyi tasvir etmenin yanında bu betimlemeleri olabilecek en etkileyici edebi üsluplardan birisiyle bezemeyi başardığı göz önüne alınırsa kesinlikle incelenmesi gereken kitaplardan birisi olduğunu açıkça belirtmek gerekmektedir.

 

ALINTILARIM(*):

 

  1. İstanbul, en az İstanbul Türkçesi kadar, bütün asırlardan ve uzak, yakın vatanlardan derlenmiş zengin bir terkip (karışım, birleşim), eşsiz bir muhassaladır (sonuç).

  2. Son asırlar Türkiye, onun milli çehresini her gün biraz daha melezleştirmek için o kadar ısrarla çalışmıştır da, İstanbul, yine de her köşesinde bir milli çehre saklayıp, güzel kalmasını bilmiştir.

  3. Devirler ve asırlar boyunca bu hep olmuştur. İnsanoğlu onları, hep görmemiş gözlerle seyreder işitmemiş kulaklarla dinler, kaskatı yüreklerle sanki teveccüh eder. Bu suretle de biz, tebdil (değiştirme) gezen hükümdarı tanımadan aralarına alıp, ilk iş, onunla sarayı soymaya giden gafil haramiler gibi, meclisimize, davetimize, fiil ve zevkimize iştiraklerinin bir oyun olduğundan habersiz, onları anımızda bulur, kendimizden sanırız. Onlar her cemiyette bizimkinin eşi olan ve şekil tavırlarının örtüsü altında kendilerini sırrederler. Kah okumuş olurlar; kah ise cahil… kah gani olurlar; kah ise fakir.

  4. Tahatturun (hatırlama) düşmanı olan tebeddül (başkalaşmak, değişmek), bize gelip geçtiğimiz alemlerin, sürdüğümüz saltanatların, çektiğimiz hüsran ve ızdırapların şivesini, rengini, tadını ve şahsiyetini unutturagelmiştir. Böylece de maziyi gelişi güzel inkar ettirirken, ne yazık ki gölümüzden ve gözümüzden o uluların damgalarını da kazıyıp yok etmiştir.

  5. Ağlarım yana yana, derdini söyle bana, hem sana kul olayım, hem seni yaratana.

  6. Hep o gaflet değil midir ki, unutulmayacak olanı unutturduğu için vartadan (tehlikeli durum) vartaya, ızdıraptan ızdıraba, ya da zevkten zevke çarpan zavallı teknemizin içinde, iki adım ötemizi seçemiyoruz. İnsanoğlu unutkanlıkta o kadar ileri varmış bir mahluk ki, sırasında kendi duygularının karanlığını bile, hadise ve hayat cilvelerinin saçtığı kıvılcımlarla görebiliyor.

  7. Bir zamanlar Türk zevki, Türk zekası, dört başı mamur İstanbul medeniyetini işlerken, genç ve güzel bir gelini hazırlar gibi, onda en küçük bir eksiğe ve kusura tahammül etmeyen muhabbetli bir tenkitle (eleştiri) tepeden tırnağa dikkat kesilerek her köşesine el uzatmış, süslemiş, bezemiştir.

  8. Usulsüzlük içinde usulden, tezatlardan yapılmış ahenklerden durmadan örnek veren dünyada, Beyazıt’ın çınarı da bu kaideye şahane bir misal olsa gerektir. 

  9. Sanatla ahlakın omuz omuza ilerlediği mesai seneleriyle kalfa, bir son liyakat ispat edince, esnaf, gene aralarında usta olmasına karar verdiler mi, gence hazırlan diye tebligat yaparlar, bu defa daha geniş bir merasimin tertibatı başlardı.

  10. Genç burada, mesleğinin namusuna leke sürmeyeceğine yemin eder, sıra ile el öpülür, dua edilir ve mevlit okunup bittikten sonra, usta olan gence dükkan açılırdı. O zaman da yeni ustaya bir mahlas (lakap, takma isim) lazım gelirdi.

  11. Evet hadise bir ilim dedi; ne yazık ki bu ilmin tatbik sahası kendi varlığı olduğunu bilemedi. Din adına kisve giyen, din ilmini meslek ihtiyar eden adamın yerinde saymasını, düz ayak fikirlerin kapısında nöbet tutmasını, zaman ve mekan ölçüleri başını alıp giderken, köstekli ayakla geriden topallamasını da yasak eden, gene o hadislerin geniş, yumuşak ve sonsuz düşünceli sahibi iken, Bab-ı Meşihat (Şeyhülislamlık), ne vakit fikir adına bir cereyan uyanır gibi oldu ise, başına içtihat sopası ile vurup sersemletti ve sindirdi.

  12. İşte medrese mantığı, beşerin bu yaratılış ibramına (Usandırıncaya kadar üzerine düşmek) hürmete, küfür dedi. Böylece de bir yanda felsefe ve ilim dünyası, bir tarafta madde ve keşifler dünyası alabildiğine koşup dururken, taassup ve inadı, iki kıyamet şahsi zanneden şekilci din adamı, ne yazık ki, ilim ve fen davası güdeni olduğu kadar, gittiği yere dünyasını götüren ve sırtında hiçbir kaydın yükünü taşımayan gönül ehlini de taşlamasını unutmadı.

  13. Türk evlerinin esas vasfı olan temizlik, kıvraklık ve hamaratlıkta müşterek olmayan kadın yok gibi idi. Pek ender olarak rastlanan pasaklılar ve tembeller ise “dört etekli, sünepe” damgası yiyerek, cemiyetin umumi istihfafi (hor görme, aşağılama) ortasında tecrit (dışlanır, izole edilir) edilir, kocadan veya babadan yana itibarlı da olsa, şahsi notu her yerde ve her zaman düşük olurdu.

  14. Kadınlar aleminin mahkum ettiği dört etekliden her kim bahsedecek olsa, aynı tembellik kendisine de bulaşmasın diye yakasının ucuna ya da parmaklarını bir araya toplayarak ayrı ayrı iki elinin tırnaklarına tükürür gibi yaparak: “Tu… tu… evlerden ırak!” denmek ve yeni yetişen kızlara bir ibret levhası olarak gösterilmek adetti.

  15. Komşusu açken tıka basa doyan adam mümin sayılmaz” hadisi, o zamanlar müşkülde olana el uzatmak ve bağlılık keyfiyetini her evi sosyal yardım teşkilatını gölgede bırakacak bir hükümle kökünden halletmiş değil miydi? Ve bunun için de Türk ahlakı, sosyalizmin mezbuhane (boğazlarcasına, kesilen), komünizmin vahşiyane rehberliğine lüzum kalmadan, refah ve huzuru tekmil (tamamlama, bütün) sınıf farkları içinde temin ediyordu.

  16. Fakat şark, kendi menfezlerini topyekun tıkayıp, gark kanalını alabildiğine genişledikçe, asırlar boyu biriktirmiş olduğumuz nemiz varsa bu selin dalgaları arasında kayıp gitti.

  17. Esrarkeş, cemiyetten el etek çekmiş, ceza ve takiplerle yüz göz olmuş adamdı.

  18. İstanbul ağacının dibine bir çürük meyve gibi düşüp gelişigüzel çiğnenen esrarkeş, İstanbul gecelerinin kokusu, çeşnisi ve havası içine sarsak vücudu, dümensiz idraki, düzensiz aklı ve katılıp misk gibi kokan bu geceleri, kötü esintileriyle yer yer ve zaman zaman kirletmiştir.

  19. Bugünün insanı, madde ve teknik harikalarının belki son basamaklarına erişmek yolundadır; lakin iç kıymeti bakımından da belki gayyaların gayyasında (cehennemde bulunduğuna inanılan bir kuyunun adı) çırpınmaktadır.

  20. Garp son asır maddeciliğinden, yıkıcı, kendi kendini ifna edici (yok edici) bir medeniyet kazandı ve bu tahripkarlık yolunda ilerlemiş olanları geri sayıp madde ölçüsünde başlarına efendi kesildi.

  21. Ey insan oğlu tasavvuf, bu gökkubbe içinde kurulmuş o çadırdır ki, taassubun, kahpeliğin, riya, hile, zulüm ve fesadın yol bulamadığı, ilimle insanlığın ücretsiz ve karşılıksız çağladığı bu çatıya, Süleyman’dan karıncaya kadar kim isterse sokulup rahat ve geniş bir nefes alabilmiştir ve kıyamete kadar da bu, kalacaktır.

  22. Amma ne çare ki adem oğlu, sırasında kainatın manası, cihanın nüktesi iken, sırasında dağdan taştan daha hissizdir. O dağ ve taş ki, şuursuz bir insafla da olsa, kendisine haykırılan sözü, harf harfine tekrarlayıp iade etmekte kusur etmez. Sevgilisinin ismini haykırana düşmanın ismini söylemez. Veli diye bağırana veli sesi gelir. Deli diye haykıran, deli karşılığını alır.

  23. Kadınlara mahsus bir eğlence imtiyazı olan düğünler, hele koltuk yapıldığı sıralarda öyle kalabalıklaşır, gelince güveğinin geçeceği yer o kadar daralırdı ki, genç karısını gelin odasına bırakıp çekilen delikanlının, izdihamı yarıp geri dönebilmesi için, behemehal günün havasına uygun zarif bir bahaneye, bir hileye başvurması lazımdı.

  24. Eğer gelin varlıklı bir ailenin kızı ise, beraberinde, servetine göre, iki üç cihaz halayığı (kadın köle, cariye) bulunur, bu suretle de, bilmediği geçim ve ev işlerini gene de düşünmezdi.

  25. Şayet ev bark sahibi olan genç kız, orta halli veya daha mütevazi bir aileden çıkmışsa, bu takdirde düğünün ertesi günü, evinin bütün umuru ile alakalanmak boynunun borcu idi.

  26. İstanbul’da çok oturan misafirlere vaktin geciktiğini zarafetle hatırlatmak için, ev sahibi tarafından bir de “git kahvesi” ikram etmek adeti olduğunu unuttum galiba.

  27. İstanbul’un taşı toprağı altın” meseli, oldu olası bozulmaz büyüsü ile zihnini saran taşralı, çok defa tarlasını, sabanını, davarını yok pahasına satıp, ucuz ve rahat kazanç sevdası ile esnaflığa, rençberliğe, uşaklığa, çıraklığa koşar, fakat çaldığı kapıların birinden de ses gelmeyince, altın olacağını beklediği taşın toprağın üstünde aç ve sefil sürünür olurdu. Amma işler biraz yüzüne gülecek olursa, memleketinden getirdiği çoluğunu çocuğunu hanlara, mirasçılar elinde telef edilmiş konak leşlerine, dükkandan bozma yer odalarına, yahut bir hemşehri evine yerleştirir, böylece de sefalet ve cehaletin önüne kattığı bir aile hayatı, şehrin imtiyaz ve nimetlerinden hemen tamamen ayrı ve mahrum, düzensiz, tatsız, bakımsız yuvarlanıp giderdi. Hele Siirtli hamal topluluğunun mahalleler tekil eden hoyrat kalabalığı, yaşadığı şehri istihfaf (küçük görme), yalnız ve yalnız doğup büyüdüğü memleketin hayat şartlarına ısrarla sadakat gösterdiği için, yayıldığı semtin içtimai seviyesini de baş aşağı ederdi.

  28. Muhakkak ki, eski insan, sevmesini bugünkünden çok daha kuvvetle bilmekte idi. O, her düğümü çözen, her müşkülü halleden, her zoru yenen, her davayı fasleden, her olmazı olduranın muhabbet olduğunu bilmek için daha elverişli bir terbiye ile yetiştirilmişti.

  29. Beyoğlu zihniyeti, yersiz yurtsuz İstanbullunun zaafından, şaşkınlığından, tereddüt ve iman gevşekliğinden istifade etmesini her zaman bildi.

  30. En fenası, düşmanı dost, dostu düşman kabul etmek illeti, şevket ve kudret devirlerimizde bile kundakçılara fırsat kapılarını açık tuttu.

  31. Sevgilimiz vardır, belki bir kere görmüşüzdür ve belki kaşından gözünden sual sorulsa verecek cevap bulamayız. Ama gene de dört başı mamur bir tahassüsle (duygulanma) tek tanıdığımız, unutmak elimizde olmadığı için de tek unutamadığımız odur.

  32. Eski zamana nazaran çalışma ve iş muhiti çok daralan Üsküdar’ın içinde ekmek parasını çıkarmak pek dar bir zümreye kalmış ve nafaka yüzünden her gün İstanbul’a akın eden, sanatkarı, tüccarı, esnafı hemen kalmamış gibi olan bu kalabalığı, memur sınıfının çokluğu teşkil eder olmuştu. Eskiden devlet teşekkülleri içinde çalışan bu memur sınıfı katip kelimesiyle isimlendirmek adetti. Zaten halk psikolojisinde katip lafzının çok geniş ve popüler, aynı zamanda sevimli olan manası çok derindi. Hattı methedilmek istenilen katip gibi yazısı var, ifadeden yana zengin olana katip gibi konuşuyor, bilgi ve talakat (düzgün söz söyleme kolaylığı) ölçüsünde de katip gibi bir adamdır, katiplikte eşsizdir, yollu hükümlerle, hüner, bilgi anlayış ve ifade örneği olarak hep katip misal gösterilmiştir.

  33. Hayli zaman namzet (aday) olarak, intisap etmek (bağlanmak, girmek) istediği ocağın havası içinde yaşayıp ünsiyet ve ülfeti ziyadeleşen kimsenin nihayet dergah erkan ve usulüne göre tarikata kabul olacağı gün gelir, şeyh, dört halifesinin hazır bulunduğu semahanede (Mevlevi tekkelerinde dervişlerin özel ayin yaptıkları bölüm), önde rehberiyle gelen dervişi, yere serilmiş postunun üstüne oturtarak elini tutar ve eline, beline, diline doğru olacağına, Allah’a, insanlara aşk ve şevk ile hizmet ve muhabbet edeceğine ikrar aldıktan sonra kendisini tebrik ve dua eder, derviş de şeyhinin ve hazır bulunanların ellerini öperek bu suretle tarikata ilk adımını atmış olurdu.

  34. Yeni derviş olan kimse, evvela kahve ocağına verilerek kahve nakibinin çırağı, daha sonra kahve nakibi olur, bir derece daha ilerlediği zaman ise meydan nakipliğine ((Bir kavmin başkanı veya vekilliği), daha sonra nakipliğe yükselirdi. Fakat şüphesiz ki bütün bu teamülü takip ederken esas mesele, kademeli bir silsilenin icaplarını icradan ibaret değil, kendinden vereceği ve kendine alacağı kıymetleri tayin ve ifa yolunda sonsuz bir nefis mücahedesi (çalışma, gayret), bir temizlenme, ayıklanma ve durulma keyfiyeti idi.

  35. Güzelliğin bir derecesi vardır ki artık ondan duyulan haz, zevk değil, acıdır. Belki acı da değil, hissin ve şuurun asla beşeriyet dudağı ile tatmamış olduğu çeşnisiz bir çeşnidir.

 

DEĞERLENDİRMELERİM:

 

Konu: Eserde, 1900lü yıllardaki İstanbul ve Türk insanının portresi çizilmiş, İstanbul’un önemli semtlerine ilişkin tasvirler konu edilmiştir..

 

Üslup: Yazarın kelime bilgisi ile eski Türkçe ifadeleri günümüz Türkçesi ile terkip ederek meydana getirdiği kitap, tek başına bu yönüyle dahi edebi şaheserlerden birisi olarak telakki edilmelidir. Kaldı ki, eski Türkçe kelimeler kullanan bir yazara göre kesinlikle anlaşılabilir bir betimleme ve kelime dağarcığı kullanması ile bu alanda diğer eski yazarlardan kendisini oldukça ayırmaktadır.

 

Özgünlük: Eser, niteliği itibariyle bu kategoride değerlendirilmeyecektir.

 

Karakter: Eser, niteliği itibariyle bu kategoride değerlendirilmeyecektir.

 

Akıcılık: Eser, konu ve üslup bölümünde ifade edilen hususlar göze alındığında, sürükleyici bir olay örgüsüne sahip olmadığı için yalnızca akıcılık yönünden incelenmelidir. Kimi zaman eski Türkçe ifadeler kullanılsa da, ağdalı bir dil kullanılmaması akıcılık yönünde olumlu bir tesir olarak değerlendirilmelidir.

 

Genel: Yukarıda belirtilen kriterler uyarınca 10 üzerinden gerçekleştirilen değerlendirmede:

 

Konu: 8,5

Üslup: 9

Akıcılık: 7,5

 

puanlarını alan eserin genel ortalaması ise, 8.3 puandır. Görüleceği üzere eser, özellikle edebiyat ve tarih meraklıları için kesinlikle incelenmesi gereken kitaplardan birisi olarak belirtilmelidir. 

 

(*) : Alıntılar başlığındaki bütün kısımlar:

İSTANBUL GECELERİ

Yazar: Samiha Ayverdi

Yayınevi: Kubbealtı Yayınları

Baskı: 5. Baskı - 2007

kapakta kullanılan fotoğraftaki kitaptan alıntı olarak kullanılmıştır.

Comments


bottom of page