YORUMLAR:
Yazarı Adnan Nur Baykal tarafından kaleme alınan eser, 100’den fazla kitabın okunması sonucu yazar tarafından doğruluğu birkaç kaynaktan teyit edilmiş Atatürk’ün anekdotlarının sistematik bir şekilde bölümlendirilerek liderlik sırlarını özetlemesini konu edinmektedir. Kitabın önsözünde yazarın belirttiği gibi metodolojik yöntemlerden faydalanılmış ve bütün anekdotların kaynağı aynı bölüm sonunda ifade edilmiştir.
10 Kasım’ı yad ettiğimiz bu günlerde, herkesin defalarca kullanıp diline pelesenk ettiği basmakalıp Atatürk cümleleri paylaşmak yerine, gerçek anlamda Atatürk’ü anlayıp idrak etmek isteyenler için böyle bir kitap değerlendirmesini paylaşmak istedim. Atatürk’ün yaşadığı dönemdeki anekdotlardan da görüleceği üzere, ona tapar gibi görünüp ancak ondan nemalanmak isteyen binlerce insan barındıran ülkemizde onu anlayabilen ve onun düşüncelerini tatbik edebilen insanların her dönemde kendisini er ya da geç ispatlayabildiğinin görüldüğünü de tekrar fark etme şansına sahip oldum.
Eserdeki anekdotlardan da anlaşılacağı üzere, seveni ve sevmeyeni de dahil olmak üzere, herkesin hakkında farklı bilgiler ve düşünceleri olan bir kişi olmak yaşamında da ölümünden sonra da bu tarz insanlar için kaçınılmaz bir gerçek olarak göze çarpıyor. Fakat esasında Atatürk’ü unutulmaz insanların arasına katan şeylerden birisi de gerçek manada liderlik özelliklerine sahip olarak kendisini sürekli geliştirme gayretinde olması gösterilebilir. Anekdotlarda da ifade edildiği üzere, kendisini gelişimden uzak tutmamak için her zaman gayret içinde olan Atatürk, aslında başkalarına söyledikleri ile değil, yalnızca yaptıkları ile dahi gençler ve yöneticiler için neler yapmaları gerektiğini anlatıyor. Aslında, her dönemde kendisini Atatürkçü gibi gösteren ancak yaptıkları ile aslında Atatürk’ün savunduğu fikirlerin aksini gerçekleştiren insanlarla; Atatürk’ü sevmediğini ifade etse de, onun fikirlerini uygulayan insanları ayırt etmenin gerektiğini de belirtmek gerekiyor. Fakat, Atatürk’ü gerçekten anlayan ve hisseden kişilerin onu sevmekten geri durmadığını, her yaptığını tasvip etmese de ona saygısından bir şey kaybetmeyen ve onu örnek almaya çalışan kişiler olduğunu hiçbir zaman unutmamak gerekiyor.
Eserde ise, liderlik sırlarına ilişkin unsurlar tek tek başlıklar altında ele alınarak, her başlığa ilişkin Atatürk’ün sözlerine yer verildikten sonra, bu başlıkla ilintili olan başka kaynaklardan alıntılanan anekdotlara yer veriliyor. Akabinde ise, yazarın bölümde ifade edilmek istenen mesajları kısaca özet cümleler ile ifade ettiği görülüyor. Bu özet cümlelerin notlar kısmında da bulunması sebebiyle ayırt edilebilmesi amacıyla altı çizili olduklarını belirtmek gerekiyor. Yine eserde italik olarak belirtilen alıntıların ise, Atatürk’ün sözleri olduğunu belirtmek gerekiyor. Eserin sonunda ise, yönetici adayları için yine yazar tarafından kitaptaki unsurları ihtiva eden bir test ile kendilerini değerlendirmelerine önayak olunuyor. Bu bakımdan hem kişisel gelişim kitabı gibi hem de tarih kitabı nitelikleri barındıran eser, bütün okuyucu kitlelerine hitap etme yetisine sahip gözüküyor.
Son olarak eserin, herkes tarafından okunması gereken, esasında liderlik vasıflarına değinirken kişinin kendisini her alanda ileriye götürmesi için mesajlar taşıyan bir tarih kitabı olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Dolayısıyla belki de kitabın en az dikkat çeken kısmının bütün eseri yalnızca liderlik vasıflarından bahsetme ile sınırlandırması olduğunu belirtmek gerekiyor. Bununla birlikte yine, tüm Türk gençlerinin muhakkak okuması gereken notlar içerdiğini de belirtmek gerekiyor.
NOTLAR(*):
Bir millet, bir memleket için kurtuluş ve selamet istiyorsak, bunu yalnız bir şahıstan hiçbir zaman istememelidir. Bir milletin muvaffakiyeti, milletin bütün kuvvetlerinin bir istikamette birleşmesi, teşekkül etmesiyle mümkündür.
Bir gün Mısır’da bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal’i görmeye gelmişti. Kendisine; “Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz” diye sordu. Olabilecek şey değildi ama, insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal “Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü?” diye sordu. Adamcağız yüzüne bakakaldı. “Fakat paşa Hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya…” dedi. “Benimle olmaz, Beyefendi Hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse, o vakit gelip beni ararsınız”.
Mazhar Müfit “Hepsi güzel, fakat biz burada beş altı kişi oturmuşuz, yalnız memleketimizle, Padişahla, Ferit Paşa ile değil, bütün dünya ile uğraşıyoruz. Para yok, asker yok, top yok, tüfek yok, velhasıl bu savaşımızı destekleyecek elimizde bir kuvvet yok. Buna çare düşünelim,” der. Mustafa Kemal Paşa gülerek “Azizim Mazhar Müfit, bu senin dediklerinin hepsi olsa, o zaman bu işi annem de görebilir. Marifet bu yokluk içinde muvaffak olmaktır. Her nedense sen bu gece sinirlenmişsin. Haydi git yat, yarına kadar bir şeyin kalmaz” dedi.
“Körü körüne idealist olmayın, yanlış beklentileri olan başarıya ulaşamaz. Kupkuru realist de olmayın; bununla kalan hamle yapamaz. Teker teker ikisi de olun. İdealizmle realizmi birleştirin”.
Halide Edip “Mustafa Kemal Paşa, Ankara hakkında havadis sordu. Aynı zamanda tahta masasının üzerindeki bir haritaya eğilerek durumu, dört yaşındaki bir çocuğun bile anlayabileceği kadar açık ve sade bir ifade ile anlattı; İşte Sakarya, kıvrılarak gidiyor. Etrafına birtakım toplu iğneler üzerinde kırmızı ve mavi kağıtlar konuşmuş; Yunan ordusu, kocaman bir canavar gibi, Ankara’ya yaklaşmış görünüyordu. Buna koşut olarak Sakarya’nın doğusunda, Türk ordusu da kıvrılarak bu canavarın Ankara’yı yutmasına engel olmaya çalışıyordu. Siyah canavar o kadar kocamandı ki, insana karamsarlık veriyordu.” Paşaya sordum “Eğer Ankara’ya gider de bizi geride bırakırsa ne yaparız?..” Korkunç bir kaplan gibi güldü, şu cevabı verdi “İyi yolculuklar baylar! Deriz; arkalarından vurarak onları Anadolu’nun boşluğunda mahvederiz.”
Kılıç Ali anlatıyor “Onun büyük zaferlerde imzalı emirlerine pek rast gelinmez. Çünkü o, en tehlikeli yerlerde lazım gelenlere emirler verir, kumandana ‘yaz gönder’ der, geçip giderdi. Bir gün arkadaşlarından biri ona “Sizin imzalarınız yok, bir gün bunlar zaferleri kendilerine mal edebilirler” demişti. O gülmüş, sonra şöyle cevap vermişti “Olsun, icap ederse ben aynı şeyleri başka bir zaman, bir daha yapabilirim. Onlar beceremezler.”
İtalya’nın Akdeniz vilayetlerimize göz diktiği sıralardaydı. İtalyan sefiri, Atatürk’ün huzurunda, Mussolini’nin bazı iddialarını söylemek cesaretini göstermişti. Atatürk bir müddet dinledikten sonra “Birkaç dakika sonra konuşalım…” diyerek öbür odaya geçmiş, tekrar döndüğü zaman, harp sahnelerinde harikalar yaratan Başkumandan olarak, askeri elbiselerini giymiş bulunuyordu. “Şimdi istediğiniz gibi konuşabiliriz sefir hazretleri” dedi. Sefirin ne hale geldiğini söylemeye bile gerek yok.
Hedefinizin, gözünüzde canlandırabileceğiniz veya kolaylıkla ölçebileceğiniz bir şekilde olmasına itina gösterin. Hedefleriniz ölçüşebilir, zamana bağımlı, iddialı fakat erişebilir olmalıdır. Sadece sınırlı sayıda hedefe aynı anda ulaşabiliriz. Aynı anda birçok hedefinizin olması, hiçbir hedefinizin olmaması kadar kötüdür.
Rauf Orbay anlatıyor “Hariciye Vekâletine getirilen İsmet Paşa, heyet başkanı olarak Lozan’a gidince, müzakereler esnasında, ne suretle olursa olsun, zorluklarla karşılaştığı anlarda Hükümet Başkanı olarak benden, mütalaa ve fikir sorar, ben de vekil arkadaşlar ve çok defa Mustafa Kemal Paşa ile istişare ederek, kendisine takip edeceği hat ve hareketi bildirirdim. O günlerde Lozan ile tek telgraf muhabere hattımız, Köstence yolu ile olandı. Bu yol da o sırada duruma hakim olan İngilizlerle, Fransızların kontrolü altında idi… Görüşmelerin sonuna doğru Mustafa Kemal Paşa “Şimdi ona vereceğimiz son talimatı tespit edelim” dedi. Birbirimize bakarak bir an durduk. Sonunda kati kararla Murahhas Heyeti Başkanı’na “Son teklifimizi kabul ederlerse imza et, etmezlerse inkita – müzakerelerin kesilmesini ilanla dön gel” demeyi uygun gördük. Mustafa Kemal Paşa biraz daha düşündükten sonra, bu iki cümleyi de ekledi: “Sonuçları ne olursa olsun, bunu silah kuvveti ile halle kudretimiz vardır. Ordumuz hazır ve hatta sabırsızdır” dedi. Lozan’a verdiğimiz son talimat budur. Fakat bu da ötekiler gibi, Köstence’den geçerken İngilizler tarafından alınıp okunmuş olduğundan, 23 Temmuz 1923 günü Lozan’da Sulh Anlaşması imzalanmıştır.”
Karşınızdakilere kendi fikirlerinizi kabul ettirmek için sabur ve tahammül gösterin; ancak böylelikle çevrenizi kendi düşüncelerinize sürükleyebilirsiniz.
Kandırmadan ikna edin. Fakat fikirlerinizi başkalarına kabul ettirirken, onlara da kendi isteklerini elde etmiş oldukları izlenimini verin.
Tartışmalara, görüşmelere iyi hazırlanın, Size inançsız, umutsuz, panik yaratıcı ne kadar soru yöneltilirse yöneltilsin, soğukkanlılıkla cevap verin, itirazlara inandırıcı yanıtlar verin.
Mustafa Kemal Kocaçimentepe’nin ön kesimindeki dalgalı sırtlara kadar ilerledi. Burada bir gözetleme müfrezesi vazife görüyordu. Mustafa Kemal, Müfreze Komutanı’nın yanına sokuldu, “Yakında düşman var mı?” diye sordu. Teğmen tereddütsüz cevap verdi, “Hayır Paşam, yoktur.!” Mustafa Kemal Paşa, bunun üzerine ayağa kalktı, dürbünle ileri bakmaya başladı. İşte tam bu sırada birkaç tüfek birden patladı. Mustafa Kemal, haklı bir hiddetle Takım Komutanı’na çıkıştı “Hani düşman yoktu?” Takım Komutanı, Anafartalar Kahraman’ına aldırmadı bile. Erlerine döndü ve yüksek sesle, “Benim takım, süngü tak, hücum” emrini verdi. Yere yatmış olan takım bir anda zemberek gibi boşandı, marş marşla hücuma geçti. Az ileride, arazinin dalgalı oluşundan faydalanarak gizlice yakına kadar sokulmuş olan bir düşmen keşif mangasını tepeledi ve tekrar eski yerine döndü. Mustafa Kemal’in hiddeti kalmamıştı. Yattığı yerden bu manzarayı zevkle, gururla seyrediyordu. Takım Komutanı, ancak vazifesini başardıktan sonra döndü ve özür diledi. “Paşa Hazretleri, size teminat vermekte haklı idim. Fakat düşmanın çok gizli olarak ilerlediğini göremediğim için cezama razıyım” Mustafa Kemal Paşa yayınladığı bir Günlük Emir’de Teğmen’in çabuk karar verme meziyetini resmen övdü ve rütbesini bir derece yükseltti.
“Bu dakikada siz ne düşünürsünüz ki bir kararım varken onu niçin hemen tatbik etmiyorum? Ben de hemen söyleyeyim ki ağır ve kati bir kararın doğruluğuna inanmak için vaziyeti her köşesinden mütalaa etmek lazımdır. Ağır ve kati bir karar tatbik edilmeye başlandıktan sonra, keşke bu tarafını da düşünseydim, belki bir çıkar yol bulurduk gibi tereddütlere yer kalmamalıdır. Böyle bir tereddüt, karar sahibinin vicdanında kanayan bir nokta olur ve onu yaptığının doğruluğundan da şüpheye düşürür. Bundan başka, beraber çalışacak olanlar, yapılandan başka bir şey yapılma ihtimali kalmadığına inanmalı idiler.”
Salih Bozok anlatıyor: “Büyük İzmir Yangınından bir gün önce Hükümet Konağı’nda, Mustafa Kemal Paşa’ya bilgi sunmak için Vali Bey’in odasına girdim. İçeride Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Vali ve İngiliz Konsolosu vardı. Paşa, İngiliz Konsolosuna sert bir biçimde şöyle diyordu “Tebaanız hakkında benden teminat mı istiyorsunuz? Yunanlılar burada iken tebaanız daha mı emindi?” İngiliz Konsolu bu soru karşısında “Evet..” cevabını verince, Mustafa Kemal Paşa daha da sertleşti ve yüksek sesle, “Öyle ise Yunanistan’a gidiniz!...” dedi. İngiliz Konsolosu bu çıkış karşısında “İngiltere’ye de mi savaş ilan ediyorsunuz?” İngiliz Konsolosunun, haddini aşan bu cevabı karşısında Paşa, onu sanki tokatlıyormuş gibi bir ifadeyle konuştu, “İngiltere ile aramızda barış yapılmış mıdır ki, savaş ilan edip etmediğimi soruyorsunuz. Hem siz böyle şeyleri konuşmaya yetkili misiniz ki, bana bunu soruyorsunuz? Ben TBMM Başkanı ve Türk Orduları Başkomutanı’yım. Benim, her şeyi konuşmaya yetkim vardır. Senin de böyle bir yetkin varsa, ancak o zaman görüşebiliriz seninle. Böyle bir yetkiniz yoksa buyrunuz…” Mustafa Kemal Paşa ‘Buyrunuz’ derken, İngiliz Konsolosuna kapıyı gösteriyordu.”
Duyguları coşturmaktan sakının, akla hitap edin. Güzel sözlerin parlaklığının ardına saklanmayın.
“Biz cahil dediğimiz zaman mektepte okumamışları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören hakiki alimler çıkabilir.”
Etimesgut Köyünde Atatürk’ün ihtiyar bir ahbabı vardı. Adam eski Rumeli göçmenlerindendi. Pek teklifsiz senli benli konuşurlardı. Fidan dikme ve Ankara’yı ağaçlandırma ve yeşertme merakı, Atatürk’ü her gün çiftliğe çekiyordu. Bir kısım arazide, türlü denemelere rağmen ağaç tutturmak mümkün olmamıştı. Atatürk ısrar ediyor, toprağı tahlil ettiriyor, çeşitli fidanları tecrübeden geçiriyordu. Hiçbiri, istenen ve beklenen neticeyi vermedi. Atatürk’ün bu işle çok uğraşıp didindiği ve bu yüzden çok da üzüldüğünü gören Etimesgutlu İhtiyar, bir gün” A be Paşam, dedi, zor işlerden hoşlanırsın, olmayacağı oldurmak istersin, ama bu toprak kıraçtır, fidan tutmaz, neye bu kadar zorlanırsın?” Atatürk, “Madem topraktır, mutlaka tutacak!” diye kestirip attı. İhtiyar,”Benim demin toprak dediğime bakma, diye ilave etti; toprak dedimse, lafın gelişine göre söyledim. Burası toprak olsaydı dediğin doğru olurdu. Fakat bu, toprak değildir!” Her fikre, her ihtisasa hürmet Atatürk,” Ya nedir öyleyse?” deyince ihtiyar “Kayadır!” cevabını verdi. “Amma yaptın ha? Bunca ziraat mühendisi baktı; topraktır,” dediler. “Ne dediklerini bilmem. Fakat onlar ha bire bu arazinin yüzünde dolaşıyorlar. Halbuki bu ince yüzün alt tarafı, boydan boya düpedüz kayalıktır. İnanmazsan kazdır”. Atatürk bu cahil, fakat toprağın dilinden çok iyi anlayan tecrübe adamının sözünü dinledi. Arazinin muhtelif yerlerini kazdırdı. Nereye kazma vurulduysa, otuz kırk santim altta sert bir kayalığın varlığı anlaşıldı. Atatürk sordu “Neden bunu şimdiye kadar bana söylemedin?” “Sen okumuşların sözlerine daha çok inanırsın da ondan!” Atatürk, “Bu lafın doğrudur, dedi, ben okumuşların sözüne senden çok inanırım. Fakat bu yaşa kadar toprakla uğraşan sana da inanırım, çünkü bu işte, sen de okumuş sayılırsın”.
Atatürk, her vesileyle Nuri Conker’e takılıyor, onu iğneliyor ve kızdırıyordu. Nuri Bey, Birinci Dünya Savaşı’nda Bitlis ve civarında bir tümen kumandanı olarak Atatürk’ün maiyetinde çalışmıştı. Bu havalide bir gün Mustafa Kemal Paşa, arkadaşının kumanda ettiği kurtarmak mecburiyetine düşmüştü. Atatürk, bu olayı anlatırken, “Nuri Conker, her şey olabilir ama, kumandan olamaz,” diye alay ederdi. O gece de aynı ifadeyi tekrarlamıştı. Nuri Bey hiddetle ayağa kalkar, asabiyetle haykırır, “Arkadaşlar, nafile yoruluyoruz. Bu zatı memnun etmek mümkün değildir! Bu efendi, kendisini o kadar çok büyük görür ve öyle sayar ki, her hareket , her başarı onun nazarında önemini kaybeder!” Sonra Atatürk’e dönerek devam eder, “Yahu! Su bulunmayan Kerbela gibi çöl sahralarında sana dondurma yedirmedim mi? Daha ne yapmalı ki, sana yaranmalı?” Atatürk’ün dudaklarında alaylı tebessümler uçuşuyordu, “Görüyorsunuz ya!” diye cevap verdi. “Nuri Bey kumandanlık vazifesini, büyüğüne dondurma yedirmekle yapmış olduğunu zannediyor”.
Önemsiz sayılabilecek olayları bile irdeleyin ve bunlardan ders alın. Önemsiz sayılan dikkatsizlikler, insanları umursamazlığa alıştırır.
“Bu kadar temiz olan milletin ferlerinden bazılarının, gereğinden fazla saf olmaktan başka bir kusur göstermemiş olanlarına karşı vazifemiz, onları şunun ve bunun suçlu idaresi devrinde tesadüfen bulunmuş olmakla sanık mevkiinde bulundurmak değil, belki onlara, kötü idare ve sevk kabiliyetinde olanların bir daha aynı devri geri getirmelerine engel olmak lazım geldiğini samimi bir surette anlatmak olmalıdır”.
Atatürk’e hakaretten sanık bir köylü hakkında takibat yapılıyordu. Durumu Atatürk’e arz ettiler, “Mahkemeye veriyoruz, dediler, size küfür etmiş.” Atatürk sordu “Ben ne yapmışım ona?” Evrakı tetkik edenler açıkladılar “Gazete kağıdı ile sardığı sigarayı yakarken kağıt tutuşmuş ta ondan” Atatürk’e bunu söyleyen bir milletvekilidir. Atatürk sormuş, “Siz hiç gazete kağıdı ile sigara içtiniz mi?” “Hayır…” “Ben Trablus’tayken çok içmiştim, bilirim. Pek berbat şey, köylü bana az küfretmiş. Siz bunun için onu mahkemeye vereceğinize, ona insan gibi sigara içmeyi sağlayınız!”
Bir öğretmen Atatürk aleyhine bir şiir yazmıştı. Kendisini hizmetten çıkarmışlardı. Öğretmen yeniden kadroya girmek için dört bir yana başvuruyordu. Bir gün Bakan’ın yanına gitti. Ehliyetli de bir gençti. Bakan, “Oğlum, dedi, hakkınızda hiçbir şey yapamayız.” “Niçin yapamazsınız?” “Oğlum suçun doğrudan doğruya Atatürk’ün şahsına ait. Biz karar veremeyiz.” “Öyleyse ben Atatürk’ün karşısına çıkacağım”. “Hele biraz bekle. Pek inatçı imişsin. Bana bir hafta sonra yine gel.” Bakan bir akşam sofrada Atatürk’e meseleyi açtı, “Hani efendim hakkınızda ağır bir hiciv yazan öğretmen vardı…” “Evet” “Af Kanunu’ndan faydalanarak yeniden öğretmen olmak istiyor” “Öğretmen yapılmasına kanuni bir engel var mıdır?” “Hayır efendim” “O halde niçin bana soruyorsunuz?” “İşlediği suç sizin hakkınızda…” “Aşk olsun sana… Şahsi dargınlığım için kanun emirlerini yerine getirmenizden hoşlanmayacak kadar beni egoist mi sanıyorsun? Kendisini hemen ilk açılacak yere tayin ediniz”.
Hissi davranıp, gereksiz bir sürtüşmeye girdiğinizde, sonradan olayı serinkanlılıkla değerlendirip, gerekli düzeltmeleri yapmaktan kaçınmayın.
Kindar olmayın. Böylece gereksiz acele davranışlara ihtiyaç duymaz, yararlı zamanı bekleyebilirsiniz.
Dumlupınar Savaşı kazanılmıştır. Düşman askerleri ricat halindedir. Afyonkarahisar hatlarının çözülmesi esnasında birkaç Yunan esiri geceleyin Mustafa Kemal’in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi Muzaffer Kumandanın doğup büyümüş olduğu Selanik’ten gelmişti. Yüzü kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında hiçbir işaret olmadığından, Mustafa Kemal’e sordu, “Binbaşı mısınız?”, “Hayır”, “Yarbay mı?” “Hayır”, “Albay mı?” “Hayır”, Tümgeneral mi?” “Hayır”, “Peki nesiniz o halde?” “Ben, Mareşal ve Türk Orduları Başkumandanıyım!...” Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunan kekeler “Ben, Başkumandanın muharebe hattına bu kadar yakın bir yerde dolaşmasını işitmiş değilim de…”
Bir gün yine Atatürk, tarihle ilgili kalın bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki, çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt sorunu dururken, Devlet Başkanı’nın kendini tarihe vermesi, Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olacak ki, Atatürk’e şöyle dediğini durdum: “Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma. 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın?” Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu çok samimi yakınmasına gülümseyerek şöyle karşılık verdi: “Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım”.
“Ne düşündüklerini anlamaya çalıştığım kimselerin düşünceleri, benimkilerin aynı ise ala. Düşündüklerim daha güç kazanmış olur. Yok eğer benimkinin aynı değil de farklı ise gene mükemmel, fena mı? Ben de çeşitli fikirler elde etmiş olurum, aynı zamanda kendimi her iki durumda da kazançlı kabul ediyorum. Dikkat ettim. Bazen hiç olmadık adamlardan, ben çok şeyler öğrenmişimdir. Hiçbir kanıyı küçük görmemek gereklidir. En sonunda kendi düşüncemi uygulasam bile, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım”.
Bir gece Çankaya Köşkü’ndeki bir ziyafette devrin vekillerinden bilinen bir kişiye Atatürk şöyle bir soru sorar: “Beni hakikaten sever misin?” Muhatabı hemen yapıştırır cevabı “Sevmek ne kelime Atam, taparım!” “Peki, her dediğimi de yapar mısınız?” “Derhal!..” Atatürk bu söz üzerine belinden tabancasını çıkarıp ona uzatır, “Öyleyse, al tabancamı sık kafana…” Onun emreden bu hitabı karşısında ne yapacağını şaşıran zat, “Aman Atam der, herhalde benimle şaka ediyorsunuz. Benim ölmemi istemezsiniz”. Meseleyi anlayan Atatürk, yeleleri kabaran bir aslan heybetiyle dışarıda hizmet eden askeri yanına çağırıp, aynı sualleri sorup cevabını aldıktan sonra, karşısında Toroslar’dan kopmuş kaya parçası gibi duran bu bağrı yanık Anadolu çocuğuna tabancasını uzatıp, kafasına sıkmasını emreder. Mehmetçik bu emri tereddütsüz yerine getirir, fakat kendisine bir şey olmaz, çünkü Atatürk daha önce tabancasındaki mermileri çıkarmıştır. İşte o zaman, Atatürk yanındakilere şöyle der: “Beni ve vatan seven hakiki insanı gördünüz mü?”
Armstrong adında bir yazar, Atatürk hakkında yayınladığı bir kitapta, Atatürk’ün içki alemlerine de değiniyor ve olumsuz fikir ve düşmanca kelimeler kullanıyor. Hükümet bu yüzden bu kitabın memlekete sokulmasını yasaklıyor. Atatürk bu olayı haber alıyor, bir gece kitabı baştan aşağı okutturup dinliyor. Yazar, Atatürk’ün içki alemlerini ağır kelimelerle anlatmakla beraber, memleketin herhangi bir felaketi veya memleketini ve milletini ilgilendirecek herhangi önemli olay belirdi mi, onun, içkiyi ve eğlenceyi bir tarafa bırakıp, pençesini olayların üzerine atarak aslan gibi kükrediğini de belirtmeyi ihmal etmiyordu. Atatürk, kitabı sonuna kadar dinledi ve, “Bunun memlekete girmesini yasaklamakla hükümet yanlış yapmış. Adamcağız yaptığımız sefahati eksik bile yazmış. Bu eksikliğini ben tamamlayayım da kitaba eklersiniz ve memlekette okunsun!” buyurdular.
İngilizlerle bir görüşme yapılacak. Buna da İngiltere’den yetkili biri geliyor. Fakat İngiliz Sefiri İngiltere ile yapılacak bu antlaşmaya karşıymış. İngiliz Sefiri’ni davet etmeden bu toplantı yapılamıyor. Davet ederlerse olumsuz konuşmasıyla iş bozulacak. Yetkililer ne yapabiliriz diye çözüm düşünmekteler; durakladıkları her şeyde Atatürk’e gidiyorlar. İşte söz konusu olayda da şaşırıp kalmışlar ve Gazi Paşa’ya durumu anlatmışlar, “Ne emrediyorsunuz, ne yapalım?” Sorunu dinleyen Atatürk şöyle der, “Bu toplantıyı Köşk’te yapalım”. Görüşme yapılmak üzere taraflar Köşk’te toplanırlar. Tabii Başkan Gazi Paşa. Durum Bakan tarafından açıklandıktan sonra İngiliz Sefiri söz ister. Başkan Gazi Paşa, Sefir’e, “Size söz vermiyorum!” der. Sefir şaşkın ve biraz da içerlemiş durumda sorar, “Niçin ekselans?...” Gazi Paşa soruya şu cevabı verir: “Siz benim şahsi dostumsunuz. Kesinlikle benim tarafımı tutarak konuşmak istersiniz, o zaman işin tarafsızlığı kaybolur. Biz ikimiz susalım, onlar konuşsunlar…”
Atatürk’ün gece bir tramvay gezisi yapmak istemesi üzerine bir atlı tramvay hazırlanır. Yaverle birlikte gidilir ve sürücüden başka kimse yoktur. Paşa bir ara tramvay sürücüsünün yanına yaklaştı, sordu, “Sen atları kamçılayarak mı idare edersin?” Tabii Paşam… Kamçısız idare edilir mi?” “Neden idare edilmesin?” “Biz görmedik…” “Sen şu yerini bana ver de, kamçısız idare edeyim.” Sürücü derhal yerini Paşa’ya bıraktı. Paşa, dizginleri ele aldı ve kamçı kullanmadan atları sürmeye başladı, sürücüye sordu, “Nasıl idare edebiliyor muyum?” “Fevkalade paşam… Benden daha güzel idare ediyorsunuz….” “Ben de senin gibi bir idareciyim. Yüz binlerce insanı yönettim. Onları ölüme giden yola seve seve sevk ettim, fakat hiçbirine kamçı kullanmadım,” dedi.
Telgraf 14 Eylül’de Ulus Gazetesi’nde yayınlandı ve yayınlanmasıyla beraber de memlekette ve özellikle politika çevrelerinde büyük yankılar yaptı. Atatürk’ün o güne kadar bir vekile böyle tantanalı telgraf gönderdiği görülmemişti. Vekil değil sanki başvekilmiş gibi davranılıyor, kendisinden memleketin iktisadi çıkmazdan kurtarılması bekleniyordu. Şahsı için övücü sözler kullanılıyor, radikal çalışmaya teşvik ediliyor ve bu çalışma sırasında bir engelle karşılaşırsa, maddi ve manevi bütün güçlerle destekleneceği haberi veriliyordu. Adeta İsmet Paşa, Kabinenin idari işler Başvekili idi, görüntü bu idi. Fısıltılar almış yürümüştü. Bundan en fazla İsmet Paşa’nın rahatsız olması tabii idi. Yaz geçmiş, Atatürk Ankara’ya gelmişti. İsmet Paşa kendisini ziyaret için Çankaya’ya çıktı. Az sonra konuşma memleketin iktisadi işlerine geçmişti. Atatürk, Celal Bayar’dan memnun olup olmadığını sordu. İsmet Paşa, “Terbiyeli bir insandır, kendisini sevdiğimi bilirsiniz,” dedi. Sonra ekledi,, “Teşekkür telgrafına verdiğiniz cevap görülmemiş bir şeydi”. Atatürk, “Nasıl…” dedi. İsmet Paşa serzenişli bir sesle, “Bir bakana değil, bir başbakana çekilmiş gibi… Bu telgraf karşısında müsaade ediniz de başvekilliği kendisine terk edeyim…” Atatürk bir kahkaha kopardı. İşi şakaya dökerek, “Şimdi değil, ileride… Onun da sırası gelir!” dedi.
DEĞERLENDİRME:
Konu: Yazarın, Atatürk anekdotlarının sistematik bir şekilde bölümlendirilerek liderlik sırlarını özetlemesi konu edinmektedir
Üslup: Yazar tarafından gerçek bir akademisyen titizliği ile hazırlanmış eserde kullanılan dil sade olmakla birlikte alıntı yapılan kısımlarda kelimelerde sadeleştirme yapılmamıştır. Bu durum, ilk bakışta anlatımda ağdalı bir dil olduğu fikrini uyandırsa da, faydalanılan alıntılardaki orijinal dilin korunması eserin mesajlarını daha da güçlendirici ve anlaşılır hale getirmektedir. Dolayısıyla kullanılan biçemin oldukça düzenli ve anlaşılır bir yapıya sahip olması okuyucuyu sürekli diri tutmayı başarmaktadır.
Özgünlük: Eserin hazırlanması sürecindeki çalışmalar ve hedeflenen gaye ile adeta iki yazı türünün bir araya getirildiği söylenilebilir. İlk bakışta bir kişisel gelişim kitabı başlığı taşıyan eser, münderecatı ile açıkça tarihi birçok anekdotu da barındırarak özgün bir tür niteliğine sahip olarak nitelendirilebilir.
Karakter: Eser, niteliği itibariyle bu kategoride değerlendirilmeyecektir.
Akıcılık: Üslup bölümünde belirtilen hususlar uyarınca eser, her sayfasında okuyucusuyla bağını koparmadan onun merakını taze tutmayı başarmaktadır. Bölüm başında Atatürk’ün konuya ilişkin sözlerini ifade edip, ardından onunla ilgili yaşanmış olayların 3. Kişiler tarafından anlatılması eserdeki roman algısını artırarak okuyucuyu kitabın içinde tutmayı başarmakta ve sürükleyici bir eser meydana getirmektedir.
Genel: Yukarıda belirtilen kriterler uyarınca 10 üzerinden gerçekleştirilen değerlendirmede:
Konu: 9
Üslup: 8,5
Özgünlük: 8
Akıcılık: 8
puanlarını alan eserin genel ortalaması ise, 8,4 puandır. Eser puanı itibariyle de görüleceği üzere, herkesin dikkatle okuması ve irdelemesi gereken olayları işleyen bir kitap mahiyetindedir.
(*) : Notlar başlığındaki bütün kısımlar:
YÖNETİCİLER İÇİN YENİ BİR BAKIŞ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN LİDERLİK SIRLARI
Yazar: Adnan Nur Baykal
Yayınevi: Sistem Yayıncılık
Baskı: 18. Baskı – Ekim 2005
kapakta kullanılan fotoğraftaki kitaptan alıntı olarak kullanılmıştır.
Comments