YORUMLAR:
Ana karakter George isimli sıradan bir İngiliz vatandaşının 1. ve 2. Dünya Savaşı dönemini kapsayan hayat hikayesi ve düşünceleri konu edilmiştir. Eser, yazarı George Orwell’ın kaleme aldığı diğer ütopik eserlere nazaran gerçekçi bir durum romanından ibarettir. Böylece yazarın bu eser aracılığı ile dünya tarihi için çok önemli iki savaş döneminin İngiltere’sini ne kadar iyi müşahede edebildiği de görülmektedir.
Eserde dönemin sosyolojik yapısı ile siyasi görüşlere de yer verilmekle birlikte, ana karakterin eşi Hilda üzerinden gerçekleştirdiği bazı kadın-erkek ilişkisine dair bilgilendirme ve diyaloglar da kadınlara olan bakışın daha 20. yy’ın sonlarına kadar dahi neredeyse batılı olan bütün ülkelerde gelişmemiş olarak gözüktüğü dikkat çekmektedir. Burada özellikle ülkemizin eskiden beri sürekli eleştirilen gerçeklerinden birisi olan kadının toplumdaki yerinin o dönemlerde Avrupa’da da aynı şekilde olduğu görülmektedir.
Vatanseverlik ve ülke sevdası yoluna insanların kandırılarak sürekli savaşa sürüklendiğini de ifade eden yazar, burada milli duyguların da esasında insanları manipüle etmek için kullanıldığını ifade etmiştir. Böylece Avrupa’da yaygınlaşan savaşa olan inançsızlığın ve diğer doğu medeniyetlerine göre ülkeye olan bağlılığın yine bireyselci bir anlayış kapsamında neden terk edildiği ifade edilmiştir. Genellikle doğu ülkelerinde insanın devlet için yaşadığı ve bu yüzden insanların devletleri için kendilerini daha kolay feda ettiği ifade edilse de, doğu medeniyetlerinde ülkeye olan sahiplenme ve fedakarlık esasında hem sonrasındaki nesili korumak hem de ülkesinin yalnızca onun güvenliğini temin etmesinden daha fazla görevi olduğuna inanıldığı için mevcuttur. Bu diğer esaslı koruma sebebi ise, ülkelerinin dünya çapında da medeniyet ve adaleti yayacağı ve bu yüzden bir ideoloji ve hak olan dinleri dünyada yaşatma gayesi taşıması da bu ülkelerin vatandaşlarının neden daha cesur ve fedakar olduklarının bir diğer cevabı olarak yorumlanabilir. Ancak batıda her zaman bireyler öncelikle kendilerini sonra devletlerini düşünürler. Çünkü devletin yegane görevinin yalnızca vatandaşının güvenliğini ve refahını sağlamak olarak görmektedirler.
Eserle birlikte belirtilen kapitalizm, faşizm ve komünizm gibi mefhumların ise, yazarın belirttiği gibi her dönem farklı isim ve biçim değişiklikleri ile insanlığın karşısına çıktığı ancak nihayetinde bütün sistemlerin bir kazanan kesiminin olduğu da ifade edilmektedir. Bu şekilde bakıldığında günümüzde net bir şekilde eleştirilerek hedef gösterilen kapitalizmin esasında insan olarak doğamızdan kaynaklanan hırs ve arzularımızın ekonomik modeli olduğunu ifade etmek de yanlış olmayacaktır. Sonuçta insanların desteği ve arzusu olmadan hiçbir sistemin ayakta kalması mümkün değildir. Bununla birlikte bir ekonomik düzenin ne kadar propagandası yapılırsa yapılsın insanın nefsine ve zihnine hitap etmedikten sonra ideali yansıtması da pek bir önem arz etmeyecektir. Bu yönüyle bu zamana kadar denenmiş ekonomik modellerin de neden dünyada uzun süre barınamadığını belirtmek gerekmektedir. Burada da, devletlerin bu sistemlerin vatandaşı mağdur etmesini belirli bir aşamadan sonra önlemekle yükümlü olduğunu ifade etmenin gerekliliği aşikardır. Dolayısıyla devletler ya da insanlar yeni bir düzene değil var olan düzenin adilleştirilmesini sağlamayı şiar edinmelidir.
Sonuç olarak, barındırdığı önemli tespitler ve mesajların yanında okuyucusuna çok farklı bakış açıları da kazandırmayı başaran eser, herkesin sürekli karşısına çıkan ancak baktığı halde görmediği gerçeklerin oturaklı bir değerlendirmesi olarak da telakki edilebilecek önemli bir kitap olduğunu göstermektedir. Bu yönüyle de özellikle Orwell’ın gözlem yeteneğini beğenen roman okuyucuları için kesinlikle incelenmesi gereken eserlerdendir.
NOTLAR(*):
Korku içinde yüzüyoruz. İçimizde var. İşini kaybetmekten korkmayan herkes ya savaştan ya Faşizm’de ya da Komünizm’den ya da başka bir şeyden korkuyor.
Aslında herkes aynı şeyi düşünüyordu. Bugünlerde böyle şeyler düşünmek için okumuş biri olmak gerekmiyor.
Bazı erkeklerin düşündüğü gibi, kadınların şişman erkeklere şaka gözüyle baktığı düşüncesi tam bir saçmalık. Gerçek şu ki, eğer kendisine aşık olduğuna inandırabilirse hiçbir kadın hiçbir erkeğe şaka gözüyle bakmaz.
Ne düşünüyor olursan ol her zaman aynı anda aynı şeyi düşünen bir milyon insan var.
Gerçekten yemek yapmayı bilen bir kadını, yani hamur açmayı bilen bir kadını izleyin. Kendine özgü, ciddi, meşgul ve mutlu bir hava içinde olurlar, tıpkı bir rahibenin kutsal bir ritüeli yönetmesi gibi.
Dükkan babamın işyeriydi, yani “erkek işiydi”, işin para kısmını bile merak etmiyordu. Onun işi, yani “kadın işi” evi çekip çevirmek, yemekleri yapmak, çamaşırları yıkamak ve çocuklarla ilgilenmekti. Babamın ya da başka bir erkeğin kendine bir düğme bile diktiğini görse sinirden küplere binerdi.
Esasen yapmaya değer her şey yasaktı. Anneme göre, bir çocuğun yapmak istediği her şey tehlikeliydi. Yüzmek tehlikeliydi, ağaçlara tırmanmak, kaymak, kar topu oynamak, arabaların arkasına asılmak, sapan kullanmak hatta balık tutmak bile tehlikeliydi.
Bir şeyleri öldürmek- bir çocuğun şiire en yakın olduğu an budur. Ancak yine de, çocuklarda şu kendine özgü yoğunlukta bir his vardır: Büyüdüğünde özlem duyamadığın şeylere özlem duyarsın ve zamanın önünde uzadıkça uzadığını ve ne yaparsan yap sonsuza kadar devam edebileceğini hissedersin.
Çünkü iççimizde bizi bitmek bilmeyen aptallıklara koşan bir şeytan vardır. Yapılmaya değer şeyler dışında her şey için vakit buluruz. Gerçekten önemsediğiniz bir şeyi düşünün. Sonra onu yaparken harcadığınız saatleri düşünüp hayatınızda ne kadar yer kapladığını hesaplayın. Sonra tıraş olmak, beklemek, bir yerlere gitmek için otobüse binmek, tren istasyonlarında beklemek, müstehcen hikayeler anlatmak ve gazete okumak gibi şeylere harcadığınız vakti hesaplayın.
Savaşın insanlara yaptıkları çok tuhaf. Sanki devasa bir makine benliğimizi ele geçirmişti. Kendi özgür irademiz yoktu, aynı zamanda karşı çıkma isteğimiz de yoktu. Eğer insanlar böyle hislere sahip olmasaydı savaşlar üç aydan fazla süremezdi. Ordular toplanıp geri dönerlerdi. Ben neden orduya katılmıştım? Ya da askerlik çağrısı gelmeden önce gidip orduya yazılan milyonlarca diğer aptal? Biraz eğlence olsun diye, biraz da “canım vatanım İngiltere ve İngilizler asla asla demezler” gibi saçma düşünceler yüzünden. Ama bu ne kadar sürmüştü? Tanıdığım adamların çoğu daha Fransa’ya bile varmadan tüm o saçmalıkları unutmuştu. Diğer bir yandan, kaçmayı denemek akıllarına gelmiyordu. O makine hepimizi ele geçirmiş, bizimle canı ne istiyorsa onu yapıyordu.
Savaşın insanlar üzerinde olağanüstü etkileri oldu. Asıl olağanüstü şey ise, savaşın onları nasıl öldürdüğünden çok, nasıl öldürmediğiydi.
Kitaplar sayesinde ufkum açılmıştı. Eğer normal şekilde yaşamımı sürdürseydim, muhtemelen sahip olamayacağım bir tür sorgulayıcı bakış açısı kazanmıştım. Ancak -bunu anlayabilir misiniz merak ediyorum- beni gerçekten değiştiren, üzerimde gerçekten bir etki bırakan şey, okuduğum kitaplarda çok, sürdürdüğüm hayatın çürümüş anlamsızlığıydı.
Ordu insanı bu hale getiriyordu. Sizi bir yerlerden her zaman para geleceğine inanan sahte bir aristokrata çeviriyordu.
Eskide orduda olan adamların öğrendiği şeyi ben de öğreniyordum artık-finansal olarak bir daha asla orduda olduğumuz kadar iyi durumda olmayacaktık.
Yollarda olduğum zamanlarda dedektiflik hikayeleri hariç başka bir kitap okuduğumu sanmıyorum. Artık entel değildim. Modern hayatın gerçeklerinin arasına düşmüştüm. Peki modern hayatın gerçekleri nelerdir? Öncelikle bir şeyler satmak için sonu gelmeyen hummalı çabadır. Birçok kişide kendini satma şeklini alır -yani diğer bir deyişle, bir iş bulup o işi elinde tutmaya çalışmak.
Sonunda Hilda ile evlendik ve en başından beri fiyaskoydu. Peki neden evlendin, diye soracaksınız. Peki siz eşlerinizle neden evlendiniz? Böyle şeyler hepimizin başına gelir. Ecliliğimizin ilk iki üç yılı Hilda’yı ciddi ciddi öldürmeyi düşündüm desem inanır mısınız? Tabi insan bu tarz şeyleri eyleme dökmez, yalnızca düşünmekten hoşlandığın bir fantezi olarak kalır. Bir kadın öldürülürse, ilk şüpheli her zaman kocasıdır -ki bu da insanların evlilik hakkındaki düşüncelerini bir miktar ele veriyor. Bir ya da iki yıl sonra onu öldürme isteğim geçti ve onu merak etmeye başladım.
Ancak kadınlar iyi vakit geçirmek istemiyor, yalnızca biran önce orta yaşa geçip kalmak istiyorlar. Bir erkekle nikahlandıktan sonra, bir çeşit rahatlama yaşıyorlar ve tüm o gençlikleri, enerjileri ve yaşam sevinçleri bir gecede yok oluyor. Hilda ile aynı böyle oldu. İlk tanıştığımızda gözüme güzel ve kibar gelen bir kızdı -ki gerçekten öyleydi- benim olduğumdan daha narindi ve yalnızca üç yıl sonra depresif, cansız, orta yaşlı kart bir kadına dönüştü. Buna sebep olan şeylerden biri olduğumu inkar etmiyorum. Ama kiminle evlenirse evlensin eninde sonunda olacağı buydu. Hilda’nın eksiği -bunu evlendikten bir hafta sonra fark etmiştim- yaşama sevinci ve hayatta bir şeylere karşı ilgisinin olmamasıydı. Bu çokmuş orta sınıf ailelerin nasıl olduklarına dair ilk fikrimi Hilda sayesinde edindim. Onlara dair en temel şey, parasızlığın tüm canlılıklarını alıp götürmüş olmasıdır. Küçük ödemeler ve emekli maaşlarıyla -yani genellikle azalan ama asla artmayan gelirlerle- yaşayan bu ailelerde, benimi gibi bir aileyi geçtim, çiftlik işçisi ailesinden bile daha fazla fakirlik duygusu vardır, tabakların dibi daha çok sıyrılır ve yarım şilini harcarken iki kere düşünürsünüz. Başlangıçta ufak bir evde yaşıyorduk ve benim maaşımla geçiniyorduk. Sonra, Batı Bletchley şubesine geçirildiğimde, durumumuz biraz daha iyileşti ama Hilda’nın tutumu değişmedi. Her daim para yüzünden karamsarlaşıyordu! Onun düşündüğü tek şey, kendimizi paramız olmadığı konusunda sürekli doldurmamız gerektiğiydi. Ben öyle biri değilim. Paraya karşı tutumun daha çok bir proleterin tutumuna benzer.
Mesele savaşın kendisi değil, savaş sonrası. İçine girdiğimiz dünya bir tür nefret ve slogan dünyası. Renkli üniformalar, dikenli teller, lastik coplar. Ampullerin gece ve gündüz yandığı gizli hücreler, uyurken seni izleyen detektifler. Üstünde devasa yüzler olan afişler, aslında içten içe ondan kusacak kadar nefret ettikleri halde ona taptıklarına inanacak kadar sağır olana dek liderleri için tezahürat yapan milyonlarca insan kalabalığı. Bunların hepsi gerçekleşecek.
Peki İngiltere’ye faşizm geldiğinde benim gibi adamlar ne yapacak? Gerçek şu ki, muhtemelen pek bir fark olmayacaktı. Kimin kazandığına göre, ya diğerlerinin yüzünü dağıtıyor ya da kendi yüzleri dağıtılıyor olacaktı. Ama benim gibi orta sınıf adamlar her zamanki gibi hayatına devam edecekti.
Belki de bir adam beyni durduğunda, yeni bir fikri algılama gücünü yitirdiğinde ölüyordur. Sürekli olarak aynı şeyleri söylüyor ve aynı şeyleri düşünüyor. Böyle olan çok insan var. İçten içe çalışmayı durdurmuş ölü zihinler. Aynı küçük düzende ileri geri gider, gittikçe solarak hayalet olurlar.
Yine de Hilda’dan hoşlanıyorsun diyeceksiniz. Hoşlanmakla ne kastettiğinizi bilmiyorum. Siz kendi yüzünüzden hoşlanır mısınız? Muhtemelen hayır, ama kendinizi yüzünüz olmadan düşünemezsiniz. O sizin bir parçanızdır.
Eğer değer verdiğiniz şeyler hayatta kalacaksa ölmek yeterince kolay gelir.
DEĞERLENDİRME:
Konu: Ana karakter George isimli sıradan bir İngiliz vatandaşının 1. ve 2. Dünya Savaşı dönemini kapsayan hayat hikayesi ve düşünceleri konu edilmiştir.
Üslup: Yazar tarafından diğer eserlerinde olduğundan daha fazla betimleme kullanılması okuyucu için eserin konusu da dikkate alındığında bir durağanlık meydana getirebilmektedir. Ancak eserin sonunda, yazarın diğer distopya romanlarında olduğu gibi aksiyon unsurunun oldukça geri planda tutularak bir toplumsal gözlem mahiyetinde kaleme alınma amacına sahip olan bir kitabın söz konusu olduğuna da dikkat edilmelidir.
Özgünlük: Eserin niteliği, özgünlük unsuru bakımından sıradışı bir nitelik arz etmemektedir. Bu yüzden daha önce bu dönemleri farklı şekillerde ve farklı ülkeler bakımından belirten eserler olduğu gibi farklı olay örgüleri ile dile getiren eserlerin de olduğunun belirtilmesi gerekir.
Karakter: Eserdeki karakter çeşitliliği kısa soluklu bir romana göre fazla değildir. Bu da kesinlikle ana mesajı ve gözlemleri etkilemeyen hatta olumlu yönde etkileyerek okuyucunun dikkat dağınıklığına düşmesini engelleyen önemli bir etken olarak değerlendirilmelidir. Eserdeki bütün karakterlerin toplumsal olarak bir kitleye karşılık geldiği dikkate alınarak eser okunduğunda çok daha fazla önemli mesajlar ile karşılaşılması işten bile değildir.
Akıcılık: Üslup bölümünde belirtilen hususlar dikkate alındığında okuyucu için sürükleyici bir eser niteliğini arz etmeyen roman, bir toplumsal tarih romanı olarak dikkate alınıp incelenmelidir. Bu bakımdan eserin, akıcılık unsurunun bu romana ilgisi olan okuyucu için hayati bir öneme sahip olmaması gerektiği belirtilmelidir.
Genel: Yukarıda belirtilen kriterler uyarınca 10 üzerinden gerçekleştirilen değerlendirmede:
Konu: 8,5
Üslup: 7,5
Özgünlük: 6
Karakter: 8
Akıcılık: 7
puanlarını alan eserin genel ortalaması ise, 7,4 puandır. Eserin genel ortalaması niteliği itibariyle yine okunması gereken eserler ortalaması olan 7’nin üzerinde olsa da, tarihi olayların konu edildiği ve bu yönde toplumsal mesajlar barındıran romanlar incelemek isteyen okuyucular için kesinlikle kaçırılmaması gereken bir kitap olduğunun belirtilmesi gerekmektedir.
(*) : Notlar başlığındaki bütün kısımlar:
NEFES ALMAK İÇİN
Yazar: George Orwell
Yayınevi: Yakamoz Yayınları
Baskı: İstanbul - 2021
kapakta kullanılan fotoğraftaki kitaptan alıntı olarak kullanılmıştır.
Comments