YORUMLARIM:
Amin Maalouf’un kült romanlarından olan eserde, Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ve Nizamülmülk isimli tarihi figürlerin hayatına ilişkin yaşananlar kurgusal bir anlatımla konu edilmektedir.
Ömer Hayyam’ın Semerkant’a gelişi ile başlayan eserde, öncelikle Ebu Tahir isimli kadı ile tanışması konu edilmiştir. Bu süreçte Selçuklu Devletinin hükümdarlık nüfuzu genişlediği için Nizamülmülk’ü selamlamaya gittikleri bir gün vezir kendisine bir yıl sonra görüşeceklerini söylemiştir. Buluşmaya giderken ise, yolda Hasan Sabbah ile karşılaşan Ömer Hayyam onun da Nizamülmülk’ün yanına gittiğini bilmeden tanışmışlardır. Zekasıyla kendisini ön plana çıkaran Hasan Sabbah, vezirin yanında devlet erkanında hızla yükseldikten sonra Melikşah’ın da desteğini alarak veziri yıkmak istemiştir. Ancak vezirin oynadığı oyun sonucunda kellesini Ömer Hayyam sayesinde kurtarmayı başarmıştır.
Bu süreçten sonrasında ise, meşhur Alamut Kalesini ele geçirerek günümüzde Haşhaşiler olarak da bilinen tarikatı kuran Sabbah, müritlerini özel olarak eğitmeye başlamış ve tebaasını artırmaya başlamıştır. Melikşah ile vezirin arasının güç mücadelesi neticesinde açılmasından faydalanan Sabbah, Nizamülmülk’ü ünlü suikastçılarından birisi ile öldürtmüştür. Sonrasında Melikşah’ın vefatı ise, Nizamülmülk’e bağlı olan Nizamiye erleri tarafından zehirlenerek gerçekleştirilmiştir. Daha sonra, Sabbah bölgede güç sahibi olsa da, gelen Moğol istilalarına Hasan Sabbah da direnememiş ve öldürülmüştür.
Ömer Hayyam ise, en baştan itibaren, saraydan ve siyasetten olabildiğince uzak kalarak sanat ve bilime yönelmeyi sürekli şiar edinmiştir. Ancak bir ara Melikşah’ın öldürülmesi sonrasında saraydan kaçması gerekmiş ve el yazması da Sabbah tarafından kaçırılmıştır. Eserde, baş karakter olarak Ömer Hayyam gösterilip onun İslamiyet görüşlerinin ideal Müslümanlık olduğunu iddia eden yazar, yazarın Rubailer eserini okumayan bir okuyucuyu ikna etme yeteneğine sahiptir. Bununla birlikte, Ömer Hayyam’ın birçok alanda döneminin çok ilerisinde bilimsel teorilerinin olduğunu ve bilhassa geometri ve astroloji alanında çok ileri düzeyde bilgi sahibi olduğunun ifade edilmesi gerekmektedir. Sonraki paragraflarda görüleceği üzere, yazarın tarif ettiği İslamiyet anlayışının, batının görmek istediği ve tahakküm kurmak istediği İslamiyet anlayışına dair de önemli ipuçları barındırdığı söylenebilir.
Eserin ilk kısımları bin yıl öncesindeki İran’ı ve Türk devletlerinin geçtiği tarihi bir romanı konu almakta iken, ikinci kısmında ise, bu hikayeyi kaleme almış olan yine bir kurgusal karakterin bu bilgilere nasıl ulaştığına ilişkin kısım konu edilmiştir. Kısaca özetlemek gerekirse, en başlarda Hasan Sabbah’ın da ölümünden sonra bazı İranlı suikastçıların elinde bulunan yazma, yazarı karakterize eden Bay Lesage tarafından aşık olduğu İranlı Prenses sayesinde incelenmiş ve aralarında geçen önemli bir aşk hikayesine de vesile olmayı başarmıştır. Ancak İran hükümetinin yıkım döneminde yaşanan olaylar nedeniyle yazma en son kaybolmuş olarak betimlenmiştir.
Eserde, birçok medeniyete ve bunların dinamiklerine ilişkin gözlemler yapan yazarın en acımasız davrandığı medeniyet de yine beklendiği gibi Türk medeniyeti olmuştur. Bütün ırk ve inanıştan insanların Selçuklu devletinde buluşturulduğu yazar tarafından ifade edilse de, ülkeyi yöneten asıl insanların hiçbir zaman Türkler olmadığı iddia edilmiştir. Bu kimi zaman Melikşah’ın annesi Terken Hatun, kimi zaman da vezir ve İran asıllı Nizamülmülk tarafından yapılan bir görev gibi aksettirilmiştir. Kaldı ki, Abdülhamit dönemine ilişkin de birtakım bilgiler aktaran yazarın, padişahın gaddarlığı ve deliliği iddiaları dışında başka konulara değinmemesi, Türk devletlerine olan yaklaşımını açıkça ortaya koymaktadır. Birçok ırkın ve anlayışın hep birlikte yaşamasını tasarlayarak üç tane dünya hükümdarlığı meydana getiren bir medeniyetin yönetiminin yan figürler sayesinde ilerleyerek Türk hükümdarlarının etkinliğinin adeta yok gösterilmesine ilişkin yorumları ise, eserin okuyucularına bırakmak gerekmektedir.
Türklere karşı olan bakışının yanında yazarın İran yani Pers medeniyetine ilişkin merakının hat safhada olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Kaldı ki, eserinde gerçekleştirdiği birtakım sosyolojik tespitlerin yine İran’ın Müslüman komşusu olan Türkiye için de günümüzde dahi geçerli olan hususlar olduğunun ifade edilmesi gerekmektedir. Bu konuya ilişkin alıntılar bölümünde yazılan unsurlar anlatımı perçinleştirecek olduğundan burada detaya girilmeyecektir.
Sonuç olarak eser, hem kurgusal yönüyle hem de sosyolojik tespitleriyle önemli bir yeni dönem romanlarından birisi olarak addedilmeyi kesinlikle hak etmektedir. Ancak tarihi bilgilerle kendisini zenginleştirmek isteyenler için bir kaynak olarak kullanılmasının hatalı olacağının da belirtilmesi gerekmektedir.
ALINTILARIM(*):
Var mı dünyada günah işlemeyen, söyle; yaşanır mı hiç günah işlemeden söyle; bana kötü deyip kötülük edeceksen, Yüce Tanrı, ne farkın kalır benden, söyle.
Hiç, bildikleri hiçtir, bilmek istedikleri hiç, bak da gör şu cahilleri, kurulmuşlar tepesine dünyanın, onlardan değilsen şayet kafir derler adama boş ver onları Hayyam, sen bak kendi yoluna.
Yobazların işgüzarlığından uzak durdum hep, ama Bir’in iki olduğunu da asla söylemedim.
Yoksulluk muydu beni huzuruna getiren? Değildir yoksul azla yetinmeyi bilen. Hiçbir şey beklemem sende saygıdan başka. Dürüst ve özgür bir kişiye saygı göstermeyi bilirsen.
Denizden komşu, hükümdardan dost olmaz.
İlmin kanunu budur; şiirde ise böyle bir kanun yoktur, kendinden önce gelmiş hiçbir şeyi yadsımaz ve ardından gelenler tarafından da yadsınmaz, huzur içinde aşar geçer yüzyılları. Bunun için rubai yazıyorum.
Sonraki aylarda Hayyam, üçüncü dereceden denklemleri ele alan çok ciddi bir eser yazmaya girişti. Bu cebir eserinde Hayyam, bilinmeyen sayıyı göstermek için Arapçadaki şey terimini kullanmış; İspanyolların ilmi eserlerine Xay olarak geçen bu kelime zamanla kısaltılıp sadece ilk harfine indirgenmiş, sonra da x tüm dünyada bilinmeyen sayının simgesi haline gelmişti.
Her gün biri çıkar, başlar, benim en demeye, altınları, gümüşleriyle övünmeye. Tam işleri dilediği düzene girer, ecel çıkıverir pusudan: Benim ben, diye.
Hiçbir şeye şaşırma, hakikatin de insanların da iki yüzü vardır.
Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ile ilk karşılaşmalarında adının Ömer olmasından dolayı çekincelerini dile getiren Hasan’a “Ne adımdan dolayı yolumu ne de yolumdan dolayı adımı değiştiririm,” demiştir.
Ömer Hayyam "Geçip gidiyor o asude çağı, unutmak için dikiyorum kafama şarabı. Acı mı geldi? Böylesi gider hoşuma, ömrümün ağızda bıraktığı tat da acı."
Kitaplarda bir efsane dolaşır. İçinde bulunduğumuz bin yılın başına her biri kendince damgasını vurmuş üç İranlı arkadaştan söz eder bu efsane: Dünyayı gözlemleyen Ömer Hayyam, o dünyayı yöneten Nizamülmülk ve ayın dünyaya dehşet saçan Hasan Sabbah. Birlikte Nişapur’da öğrenim gördükleri rivayet edilir. Tabi ki bu doğru olamaz, çünkü Ömer’den 30 yaş daha büyüktür ve Hasan eğitimini Rey’de yapmış, belki doğduğu şehir olan Kum’da da biraz ders almış, ama kesinlikle Nişapur’da mektebe, medreseye gitmemiştir. Acaba hakikat Semerkant Yazması’nda mıydı? Derkenarları dolduran vakayinameye göre, üç adam ilk kez Isfahan’da feleğin elinde kör bir oyuncak olan Hayyam’ın girişimiyle Vezir ’in divanında buluşmuşlardı.
Yönetmek için gereken vasıflarla iktidara gelmek için gerekenlerin aynı olmadıklarını söyle ona. İşlerin iyi idaresi insanın kendini unutup sadece başkalarıyla, özellikle de en muhtaç durumdakilerle ilgilenmesini gerektirir; oysa iktidara gelmek için insanların en açgözlüsü olup kendinden başka hiçbir şeyi düşünmemek, en yakın dostlarını bile ezmeye hazır olmak lazım.
Hasan Sabbah “Geleneksel Şii ailesinden geliyorum. İsmaililer zındıktır, diye öğretildi hep bana. Ta ki bir İsmaili daisiyle karşılaşıncaya dek… Bu derviş benimle uzun uzun tartıştı ve imanımı sarstı. Boyun eğeceğim korkusuyla onunla konuşmamaya karar verince yatağa düştüm. Öyle ağır hastalandım ki, son saatimin geldiğini sandım. Bunu bir alamet, Yüce Rabbim’in bir işareti olarak gördüm ve hayatta kalırsam İsmaili inancını benimseyeceğim diye adak verdim. Tabi ki sözümü tuttum, mezhebe bağllık yemini ettim ve iki yıl sonra bana bir görev verdiler: Nizamülmülk’ün yanına gidecek ve zor durumdaki İsmaili kardeşlerimizi koruyabilmek için onun Divan’ına sızacaktım. Rey’den ayrılıp Isfahan’a doğru hareket ettim ve yolda da Kaşan kervansarayında mola verdim. Küçük odamda yalnız kaldığımda Vezir ‘in yanına hangi yolla sokulacağımı düşünüyordum ki kapı açılıverdi. Kim girdi içeri dersin? Hayyam, Allah’ın görevimi kolaylaştırmak üzere oraya, yanıma gönderdiği büyük Hayyam.”
Ebu Tahir “Façalı Suratlı Softa (Kitabın başında Ömer Hayyam’ı zındıklıkla itham edip Semerkant girişinde öldürmeye çalışan gurubun lideri) isimli şahıs en ufak bir zındıklık şüphesine karşı nasıl zincirlerini koparırcasına saldırıyordu, hatırında mı? Evet, işte bu adam üç yıldır İsmaili oldu ve dün gerçek imanı nasıl bağnazca savunduysa, bugün de günahları aynı bağnazlıkla vaaz ediyor. Birçok kez Han’ı ziyaret ettim. Sen Nasır Han’ı tanımıştın, Allah rahmet eylesin, her ettiğim duada anıyorum adını, onun şiddet veya cömertlik nöbetlerini, nasıl esip gürlediğini, sonra öfkesinin nasıl aynı hızla yatıştığını görmüştün. İktidar bugün yeğeni Ahmet’in elinde; toy, kararsız, günü gününe uymayan bir genç, ona nasıl yaklaşacağımı şaşırdım. Sonra Façalı Surat’ı takip ettirdim ve bir gün Hasan Sabbah’ı tespit ettirdim ve yakalattım. Bunun üzerine han, onu yanına getirmemi istedi ve ağzını ve bacaklarının bağlarını açmamı istedi. Adamı yeniden hak yoluna döndürmek istedi. Konuşmalarının sonunda ise kendisi de İsmaili olmuştu. Semerkant’ın hakimi, Maveraünnegir’in hükümdarı, Karahanlar hanedanının varisi zındıklara katılmıştı. Tabi ki bunu açıklamaktan kaçındı, Hak Yolu’na bağlıymış gibi davranmaya devam etti, ama bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Han’ın danışmanlarının yerini İsmaililer aldı. Sabbah’ı yakalayan muhafız komutanları birbiri peşi sıra öldürüldü. Benim korumalarımın yerine Façalı Surat’ın adamları kondu. Elimden başka ne gelirdi ki? İlk hacı kervanıyla yola çıkıp, İslam’ın kılıcını elinde tutanlara, Nizamülmülk ve Melikşah’a durumu anlatmaya koştum ben de.”
Hasan şunu öğretiyordu müritlerine: “Düşmanlarımızı öldürmek yetmez. Biz cani değiliz, verilmiş bir hükmü infaz eden görevlileriz. Eylemlerimizi ibret olsun diye halka açık yerlerde, herkesin içinde gerçekleştirmeliyiz. Böylece bir kişiyi öldürürken yüz bin kişiye de dehşet saçarız. Bununla birlikte infaz edip dehşet saçmak da yetmez, ölmeyi de bilmek gerek; çünkü öldürerek düşmanlarımıza korku salıp aleyhimize işlere girişmekten caydırırken, en cesur biçimde ölerek de kalabalığın hayranlığını kazanırız. Ve bu kalabalıklardan çıkan insanlar gelip bize katılır. Ölmek, öldürmekten daha önemlidir. Kendimizi savunmak için öldürüyor, ama insanları ikna etmek, kazanmak için ölüyoruz. İnsan kazanmak bir amaç, kendini savunmak ise sadece bir araçtır.”
Hiyerarşinin en tepesinde Şeyh, İmam, her türlü sırrın sahibi Hasan Sabbah vardı. Yakın çevresinde bir avuç propagandacı derviş, yani dailer bulunuyordu, bunlardan üçü Şeyin yardımcılarıydı. Biri Doğu İran, Horasan, Kuhistan ve Maveraünnehir’den; diğeri Batı İran ve Irak’tan; üçüncüsü de Suriye’den sorumluydu. Onların bir basamak altında hareketin kadroları yani refikler bulunuyordu. Gerekli eğitimi aldıkları için bir kaleye komuta etme, bir kent veya eyalet örgütünü yönetme yetkileri vardı. En yeteneklileri zamanı geldiğinde dai yapılıyordu. Hiyerarşinin daha aşağısında ise lesikler, yani örgüte bağlı olanlar yer alıyordu. Bunlar ilme veya şiddet eylemlerine özel bir yeteneği olmayan, tabandaki müritlerdi. Aralarında Alamut civarından pek çok çoban, ayrıca çok sayıda kadın ve ihtiyar vardı. Daha sonra sıra muciplere, icabet edenlere, teklife cevap verenlere, yani örgüt üyeliğine aday olanlara geliyordu. Bunlar aldıkları ilk eğitimin ardından yeteneklerine göre ya refik olmak üzere daha ileri eğitim aşamalarına, ya müritler kitlesine ya da o dönemde yaşayan Müslümanların gözünde Hasan Sabbah’ın gerçek gücünü oluşturan kategoriye, fedailer sınıfına doğru yönlendirilirdi.
Pers adı en son 1856’da, Cunard’s’ın gurur kaynağı olan bir transatlantik, madeni gövdeli ilk yandan çarklı gemi bir buzdağına çarptığında Annapolis Gazette and Herald sayfalarında kendine yer bulabilmişti. Bizim yöremizden yedi denizci bu kazada can vermişti. Talihsiz geminin adı Persia idi. Deniz insanları kaderin işaretleriyle asla dalga geçmezler. Bu nedenle makalemin giriş bölümünde “Persia’nın yanlış bir adlandırma olduğunu, İranlıların ülkelerine çok eski bir deyimin, Aryenler Toprağı manasına gelen Airania Vaeca’nın kısaltılmış haliyle, “İran” dediklerini belirtmeyi gerekli görmüştüm.
“Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz: Kuklacı Felek Usta, kuklalar da biz. Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer; bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.”
Genç bir millet ama eski bir demokrasi olan ABD ve binlerce yıllık kadim bir millet ama gencecik bir demokrasi olan İran.
“Amerikalıyı ilk geldiğinde alkışlayan, her yaptığını onaylayan, onu bir tür kurtarıcı gibi gören ben, Şirin, şimdi o uzaktaki Amerika’sında kalsaydı da buraya hiç gelmeseydi keşke”, diyorum. “Ne kusur işledi ki? “Hiç kusuru yoktu, zaten bu da İran’ı anlamadığının en açık kanıtı.” “Ne demek istediğini gerçekten anlamıyorum.” “Kralına karşı haklı olan bir vekil, kocasına karşı haklı olan bir kadın, subayına karşı haklı olan bir neden; bunların hepsi iki kat cezaya çarptırılmaz mı? Zayıflar için, haklı olmak bir suçtur. İran, Rusların ve İngilizlerin karşısında zayıftır ve zayıf bir ülke gibi davranmalıydı.”
Eğer zaman kazanmayı becerebilseydik, Rusya belki de Balkanlar’da veya Çin’de çıkacak savaşlarla uğraşmak zorunda kalacaktı. Üstelik çar da sonsuza kadar kazık çakacak değil ya, o da ölebilir, altı yıl önce olduğu gibi yeni ayaklanmalar ve isyanlarla tahtı sarsılabilir. Sabredip beklemeliydik, biraz kurnaz olmalı, hık mık etmeli, iki büklüm olup yalan söylemeli, sözler vermeliydik. Doğu bilgeliği denen şey budur ezelden beri; Shuster bizi Batı ritmiyle ilerletmeye çalıştı, ama gemiyi de batırdı.
“Yaşam soluğumuzun kaynağını soruyorsun, çok uzun bir hikayeyi özetlemek gerekirse, derim ki çıkmış ummanın (okyanus) derinliklerinden sonra umman yutuvermiş onu yeniden.”
DEĞERLENDİRMELERİM:
Konu: Eserde, Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ve Nizamülmülk isimli tarihi figürlerin hayatına ilişkin yaşananlar kurgusal bir anlatımla konu edilmektedir.
Üslup: Yazarın eserin başından itibaren kullandığı üslup yöntemi, bir roman yazarı olmasına karşın, hikayelerdeki kadar sade ve net bir anlatıma sahiptir. Bu yönüyle eser, uzun soluklu olmasına rağmen genel manada okuyucusunu içine çekmeyi hem konusu hem de üslubu itibariyle başarmıştır.
Özgünlük: İşlemiş olduğu konu ve birtakım tarihi olaylar ile kurgusal bir anlatımın terkibi neticesinde meydana gelmiş olduğu düşünüldüğünde, tarihi romanlar oldukça fazladır. Ancak, bu karakter ve konuları işleyen romanların azlığı ile bu konuları işleyen yazarın bir Fransız olduğu dikkate alındığında özgün romanlar arasına girmeyi hak eden bir yapıya sahip olduğunu ifade etmek gerekmektedir.
Karakter: Eserdeki karakter şemasında ana karakter Ömer Hayyam gibi gözükse de diğer iki yardımcı karakter olan Nizamülmülk ve Hasan Sabbah da bir o kadar ana karakter edasına sahiptir. Hem olay örgüsündeki etkileri hem de romanın genel akışına verdikleri yönler dikkate alındığında eserdeki karakter örgüsünün ana karakter niteliğinde 3 şahsiyeti yansıttığı dikkate alınmalıdır. Bu durumun romana oldukça zenginlik kattığı ifade edilmelidir. Kaldı ki, karakterlerin tarihi olarak önemli şahsiyetler olması da işlenen konular ve diyaloglardaki etkileri artırmaktadır.
Akıcılık: Üslup bölümünde ifade edilen hususlar dikkate alındığında eser, genel olarak akıcı olsa da kimi yerlerde sürükleyiciliğini kaybettirme hissiyatı uyandırmıştır. Burada özellikle olayların yaşanmasından sonraki bin yılda, yazarın araştırmalarının konu edildiği kısım, okuyucuda ilgi eksikliğine yol açmaktadır.
Genel: Yukarıda belirtilen kriterler uyarınca 10 üzerinden gerçekleştirilen değerlendirmede:
Konu: 9
Üslup: 8,5
Özgünlük: 7
Karakter: 8,5
Akıcılık: 7
puanlarını alan eserin genel ortalaması ise, 8 puandır. Eser almış olduğu puan ile kesinlikle okunması gereken tarihi kurgusal romanlar arasında yerini almayı hak etmektedir. Ancak eserin okunması ile tarihi gerçeklere ilişkin teyitlerin yapılmasının gerekliliği aşikardır. Bu tür kurgusal romanlarda olay örgüsünün daha etkileyici olması için bazı ekleme ve tasvirlerin gerçekleştirilmesi eserin türü itibariyle doğal olduğundan doğrudan akademik tarihe referans alınması doğru olmayacaktır.
(*) : Alıntılar başlığındaki bütün kısımlar:
SEMERKANT
Yazar: Amin Maalouf
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
Baskı: 100. Baskı – Ocak 2022
kapakta kullanılan fotoğraftaki kitaptan alıntı olarak kullanılmıştır.
Comments