YORUMLARIM:
Kitabı, Seyit Nurfethi Erkal isimli yazarını daha önce duymadan ve hakkında da hiçbir araştırma yapmadan okumayı tercih ettim. Böylece yazar ile ilgili birtakım önyargılardan arınmış olarak daha objektif şekilde inceleme şansına sahip olacaktım. Netice olarak bu gayeme de ulaştığımı söylemem gerekiyor.
Eser, başından sonuna hem cumhuriyet dönemine hem de insanımıza dair birçok tespit barındırmaktadır. Ayrıca, toplumsal ve siyasal olarak ülkemizin başından geçen badireler ışığında birçok somut örnek verilerek gençler için bir kılavuz mahiyeti taşımaktadır. Bununla birlikte, yazarın yaptığı tespitlere dikkat edildiğinde, halkımızı ne kadar iyi safhada gözlemleme yetisine sahip olduğu aşikardır.
Öncelikle, ilk sayfalarda yazarın birtakım görüşleri tarafımca benimsenmemiş olsa da genel manada gördüm ki bilhassa garp (batı) ve şark (doğu) mukayeseleri bakımından oldukça değerli bir eser ile karşı karşıyayım. Gerçekten bu zamana kadar hem batı hem de doğu muharrirleri (yazar) ve tefekkürleri (düşünürler) tarafından kaleme alınan birçok düşünce yazısı, roman, biyografi ve otobiyografi okumuş olsam da bu yazarları okurken hissettiğim o eksiklikleri teferruatlı bir tasvir örgüsü ile görme şansına sahip oldum. Bilhassa Doğu'nun ve Türkiye özelinde gerçekleştirilen edebiyat, münevverler (aydınlar) ve kültür farklılıkları konularında yazarın oldukça başarılı bir müşahede kabiliyetine sahip olduğu kanaatindeyim. Yazarın özellikle cumhuriyetin başında gerçekleştirilen harf inkılabı sürecine ilişkin düşüncelerinin de detaylı bir şekilde incelenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Fakat yazarın, bilhassa zamanla ilgili, 3 bölümden oluşan düşüncelerine katılamadığımı belirtmek isterim. Özellikle zamanın başlangıcının keşfedilmesine ilişkin imkansızlığı kendisince gerekçelendirmiş olsa da bu düğümün çözülmesine Doğu'nun mistik anlayışı ile Batı'nın gözlemci tarafından yararlanılarak tetkiklerin yapılması neticesinde muvaffak olunabileceği kanaatindeyim.
Kitap ne kadar kısa olsa da üzerine sayfalarca yazılabilecek hususlara değinilmiş. Bu dipsiz kuyudan aşağıya düşerek sonsuz düşüncelere dalmadan fikri yatırımlarımı ve planlarımı devam ettirmek ilk aşamam oldu. Sonra, tekrar tetkikler yapmak üzere şimdilik kuyunun başında bekleyip aşağısını idrak edebileceğim şekilde aydınlatabilmek ümidiyle kılavuz arayışıma devam edeceğim. Kuyunun aydınlanabilmesi için gerekli olan fener ya da ışıkların bulunması safhasında okumuş olduğum bu kitap, önceden okuduğum bazılarında olduğu gibi bana bir perspektif daha sunarak yolumu kısaltmama katkı sağlamış oldu. Söz konusu meseleler oldukça teferruat ihtiva ettiğinden olabilecek en iyi yoruma ulaşabilmek için diğer fener ve kılavuzları da arama çalışmalarına devam etmem gerektiğinin farkındayım.
Eser ile ilgili son olarak, herkesin kesinlikle okuması gereken değerlendirmeler ve düşünceler ihtiva ettiğini belirtmem gerekiyor.
ALINTILARIM(*) :
Güncelden hiç düşmeyen en rahatsız edici olanı, özgün olabilmek. Özgür olamadan, bir taraf olma kaygılarını aşmadan kişinin özgün olması, yani kendisi olarak var olması şüphesiz mümkün görülmüyor. Fakat özgünlük dolayısıyla da özgürlük adına yapılan her türlü ölçüsüzlüğe ne demeli? Her zaman koşma özgürlüğünü kullanmak, bazen durup dinlenme özgürlüğünü almaz mı insanın elinden? Serbestiyet adına yapılanlar insanın özgürlüğünü kısıtlayan en önemli pranga olmaz mı bazen.
Kabaca bir tanımıyla sanat, insanın iç ve dış dünyasında duyularıyla elde ettiği verileri ustaca bir tahlil sonucunda, çeşitli vasıtalarla tasvir ve tezyin yoluyla sunmasından ibarettir.
Tecessüsünde (merakı giderme dürtüsü, öğrenme) sınırsız olanların hususiyle de yazarların önünde duran en önemli engel, kişinin zamanla kendisi olma şansını kaybetmesidir. "Kişinin kendisi olma hakkını kaybetmesi" ne demek? Maalesef nice tecessüs ehli vardır ki, rivayet dolu satırları arasında kendisi dışında herkesi bulmak mümkündür.
"Hayat düşünenler için bir komedidir, hissedenler için trajedi." diyor Horace Walpole. Bu yaklaşım, kişiler, toplumlar hatta kıtalar arasında ayniyet derecesinde bir misliyet kurmak isteyen sosyoloji ilminin doğuşundan bugüne devam süregelen bir gelenek Walpole'un önermesine bu geleneğin perspektifinden bakıldığında düşünen Batı ile hisseden doğu arasındaki trajikomik vasatımız daha rahat resmedilebilmekte.
Dogmatik bir yaklaşım gibi görünse de asli bir şahsiyet olmak, bir şahıs veya bir fikriyatın kendisini ifade edişte kendi aslından başka hiçbir referansa ihtiyaç hissetmemesini gerekli kılar, zira her diyalektik hatta eklektik yaklaşım bir tür acziyet veya zaafiyetin göstergesidir. Zira varlığını başka düşüncelerin vücuduna bina etmiş bir fikriyatın sağlam temeller üzerine inşa edildiğini iddia etmek mümkün değildir.
Francis Bacon'un savunduğu üzere maalesef bilmek her zaman egemen olmak anlamına gelmiyor. Bizde bilmek egemen değil daha çok esir olmak demek. En kötüsü ise, esir olduğunu fark edememek. Fark edilemiyor zira bu esaret illeti bir anda çökmüyor insanoğlunun tepesine. Ancak öyle bir an geliyor ki, artık inançlarını bile bildikleriyle tartar haline geliyor insan.
Doğunun karşısında ya aç bir kurt olmuş batı ya da kurnaz bir tilki.
Kurşunların yerini nükleer silahların alması da pek uzun sürmemiş. "Tanrı öldü." " Sonuca giden her yol mübahtır" gibi bombaların düştüğü merkez üssü olmasa da radyoaktif serpintilerinden uzak kalamamış Doğu coğrafyası. Ama felç olsa da, sonunda uyanmış uyuyan dev. Uyandığını gördüğü hasta adama, kullanma talimatıyla birlikte geri vermiş silahlarını Batılı mürebbiyeleri. İlk ders namluyu beynine dayamak olmuş. İkincisi kalbine. Müteferrikanın (Padişah, vezir ve daha başka devlet büyüklerinin yanında, türlü hizmetlerde çalışan kimse.) tefrika (yayınlanan yazı dizinleri) ettiği ilk mecmualar (dergiler) hangileri olmuş dersiniz? Mesnevi mi yoksa Kelile ve Dimne mi? Elbette ki hayır. İlk yayımlanan eser-i şahaneler (!) ya bir Fransız sefirimizin hatıraları olmuş ya da yüce Alman İmparatorluğunun(!) savaş taktikleri. Zaten, Ezeli Kelam'ın ve mahsulatının neşri yine değerli ellerde devam etmiş uzun zaman. Ta ki hastamız ayağa kalkarken düşüp hafıza kaybına uğrayana kadar.
Müstağrip Batılılaşmış, garplılaşmış anlamında, Cemil Meriç’in "Mağaradakiler " kitabında eleştirdiği ‘aydın’lara verdiği isim.
Müsteşrikler (Doğu medeniyeti üzerine tespitler yapan batılı alimler) ilk dönem itibariyle ne kadar şartlı olurlarsa olsunlar, gayet ciddi araştırma eserleri de vermişler birçok konuda. Dünyanın en geniş, en düzenli hadis lügatini yazan onlar. Her ne kadar Bizans tarihçileri esas alınmış olsa da (Çelebi'ninki gibi usturevi olmayan) tarih ve coğrafyaya ait düzenli kaynaklar da yine onlara ait. Ya yerli oryantalistlerimizin kaçı kaç ciddi araştırma eseri koymuş ortaya? Yabancı dile bir nebze vakıf her müstağrip (batan, dalmış) başlamış papağan gibi ötmeye.
Batı'da sanatta amaç ya güzelliklerin taklidi olmuş ya da görünenlerin güzel bir şekilde tasviri. Ve bu taklit, insanın fıtratının mecburi bir temayülü olarak görülmüş. Diğer bir deyişle Batı tüm dikkatini aynaya teksif ettiğinden, aynada ki misali görememiş. Doğu ise bazen dikkatini sırf misale sarf etmiş, bazense hem aynayı hem misali ikisini de bir farz etmiş. Sonuçta Doğu şarabı içerken Batı'ya kalan kadehi olmuş.
Tolstoy sanatta amacın güzeli değil, iyiyi yakalamak olması gerektiğini söylüyor, geçerli olan sanat anlayışlarını adeta zehirli bir bala benzetiyordu. "Sorun sanatın zevkten ibaret olduğu görüşüdür. Düşünürler insana hizmet eden ve yararı dokunabilecek kavramları geri plana itmişlerdir. Sanatın gerçek anlamını ifade edebilmek için zevklerden hareket etmek büyük bir tutarsızlıktır. Daha ileri bir aşamada bu, psikolojik dengesizliklerden kaynaklanan bir tür intihardır. Sanat, insanla iyi olan arasında kurulan kutsal birliğin adıdır." diyerek kendi sanat anlayışının adını koyuyor, etik değerden bağımsız bir estetik arayışın vahim neticesini gösteriyordu.
Avrupa'da Renan, Hegel gibi idollerin skolastik Hıristiyan anlayışını sanat düşmanı olarak yaftalaması, aradaki temel farkları anlayamayan kendileri de bu topraklarda, ağızları Avrupa'nın memesinde bazı tufeylilerin de Doğu'da sanatın gelişmesinde tek engel olarak dini yani İslam'ı görmelerine sebep oluyordu. Bu gerçi çok da yanlış bir tespit değildi hatta tamamen isabetli bir görüş de sayılabilirdi. Fakat hangi sanatın gelişmemesinde bir engel, tabi ki Avrupa sanatının.
Doğu ile Batı'nın kesiştiği ama hiçbir zaman tam anlamıyla imtizaç etmediği bu topraklarda, hele hele sonu gelmez Batılılaşma hovardalıklarından sonra, bu saf ortamı bulmak adeta imkansız hale gelmişti.
Tek evrensel dil olan sanatta dahi aynı kelimelerle konuşmadığımıza ve farklı şeylerden, farklı şekillerde bahsettiğimize göre Doğu ile Batı arasındaki mektuplaşma ne kadar artsa da daha uzun süre birbirimizi anlayıp tanımamız mümkün görünmüyor. Ve unutulmamalıdır ki, insan tanımadığına her zaman düşmandır.
Ne yazık ki "Ol" denmesi ile oluveren, ilk anın zamansız bir boyutta nasıl zamanlı bir varlık olarak konuşlandığını aklen anlamamız hiçbir zaman mümkün olmayacak. (Zaten kavramsal manada zamanın mekanın önüne geçmesinin en önemli sebeplerinden birisi de maddenin var olduğu varsayılan ilk anı itibari ile kendisini üzerinde konumsallaştıracağı bir ilk ana ihtiyaç duymasıdır. Maddenin bunu oluşturması mümkün olmayacağı için öncelik mutlak anlamda zamanın eline geçecektir.)
Türkiye Müslümanlarının, (özellikle 90 sonrası) Rusell'in öngördüğü şekilde, kendilerini ne olduklarına göre değil, ne olmadıklarına göre tanımlamaya zorlanması (veya zorlandıklarını sanmaları), (her şuur sahibi gibi) bilincini dille kuran bu kişilerin dolaylı bir dile sürüklenişinin birinci sebebini teşkil etti. Bu zorlamada müessir etkinin hakim aktörlerin dayatmaları olduğu görüşü koca bir yanılsama olsa da şüphesiz bunun bütün bütün kulak ardı edilebilir bir tespit olduğu da söylenemez. Kaostan kozmos yapan kalıp olan Logos'un esaslı kırılma noktasını (Türkiyeliler için) Harf İnkılabı teşkil etse de zaman içerisinde, Hebermes'ın vecizeleştirdiği şekilde; geleneğin iletişimi mümkün kılan değil, iletişimi tehdit eden bir şey olarak görülmeye başlanması, bu zorlama istikameti, istemli, dolayısıyla dönülmez bir yola çevirdi. Doksanlı yıllara gelindiğinde ise bir zamanlar söylem kipinde gerçekleşen Sosyalist-İslam gibi garip melezlikler gösterilen yerinde ve sert tepkinin, eylem kipinde açıkça görünür hale gelen kapitalist/liberalist-İslam garipliklerine gösteril(e)memesi, zaman içinde dilin de bu yöne evirilmesi sonucunu doğurdu. Müslüman camiada bu pratik süreç içinde oluşan, içe yönelik doğrudan, dışa yönelik dolaylı, ikili dil kullanımının ise önce bir mecburiyet sonra taktiksel bir gereklilik daha sonra hakikatin ta kendisi olarak algılandığı görüldü.
Başa dönersek; bu durumda yapılması gereken herhalde Aristo'daki gibi ak insan olduğunu ispat için zenci olmadığını ispat etmeye girişmekten çok kişinin kendisini olduğu gibi tanımlamasının biricik imkanını taşıyan geleneksel dille barışmaktır. Ve Türkiye Müslümanları kendilerini ne olmadıklarına göre ifade etme garabetinde ısrarcı olduğu müddetçe gerçekten beyaz ırktan mı, siyah ırktan mı yoksa melez mi oldukları gibi soruların zihinlerde saklı kalmasının yanı sıra, bugün değilse bile gelecekte bir gün mutlaka kendi varislerince hesaba çekileceklerdir.
DEĞERLENDİRMELERİM:
Konu: Eserde, cumhuriyet dönemine ve insanımıza dair birçok tespit konu edilmektedir. Ayrıca gençler için hayata yön verecek bir kılavuz mahiyetindedir.
Üslup: Başından sonuna verilmek istenen mesajlar kısa ve öz bir şekilde ifade edilmektedir. Bununla birlikte, yazarın sıkça kullandığı eski kelimeler, kimi zaman okuyucular için durağanlığa sebebiyet verilebilmektedir. Ancak, kitapevi tarafından bazı kelimelerin günümüzde kullanılan versiyonlarının manaları ilgili sayfanın altında yer almaktadır.
Özgünlük: Eser, niteliği itibariyle bu kategoride değerlendirilmeyecektir.
Karakter: Eser, niteliği itibariyle bu kategoride değerlendirilmeyecektir.
Akıcılık: Üslup bölümünde bahsedilen hususlara dikkat edildiğinde eserin, genel manada akıcı bir dile sahip olduğu ancak kimi bölümlerde yazarın geniş kelime dağarcığı sebebiyle bazı kelimelerin anlamlarının sözlük yardımıyla öğrenilebileceğinin belirtilmesi gerekmektedir. Ayrıca eser, niteliği itibariyle sürükleyici bir kitap olarak telakki edilemeyecektir.
Genel: Yukarıda belirtilen kriterler uyarınca 10 üzerinden gerçekleştirilen değerlendirmede:
Konu: 8,5
Üslup: 8
Akıcılık: 6
puanlarını alan eserin genel ortalaması 7,5 puandır. Eser 7 barajının oldukça üzerindedir. Ayrıca içerdiği tavsiye ve sosyolojik tespitler sebebiyle kesinlikle incelenmesi gereken deneme kitaplarından birisi olarak değerlendirilebilir.
(*) : Alıntılar başlığındaki bütün kısımlar:
SON GEMİ
Yazar: Seyit Nurfethi Erkal
Yayınevi: Yayıncılık
Baskı:
kapakta kullanılan fotoğraftaki kitaptan alıntı olarak kullanılmıştır.
Comments