top of page
kirmizicantaliavukat

ÇAĞLAYANGİL’İN ANILARI  - İHSAN SABRİ ÇAĞLAYANGİL


İhsan Sabri Çağlayangil
Çağlayangil'in Anıları

YORUMLARIM:


Türkiye’nin 1960-1980li yıllarını siyaset sahnesinde bizzat tecrübe etmiş nadir siyasetçi ve bürokratlardan olan İhsan Sabri Çağlayangil’in anıları kendi kaleminden hazırlanarak eser haline getirilmiştir.


Eser, Adnan Menderes’in idam dönemine ilişkin yorumları, 70’li yıllardaki cuntanın durumunu ve Kıbrıs sorununun 60’lı yıllardan itibaren gelişimini detaylıca anlatmıştır. 80’li yıllarda yine askeri darbeler ile yüzleşen Türkiye’nin durumuna ilişkin önemli değerlendirmelerin yer aldığı eserde, Türkiye’nin son 50 yılına dair çok önemli anekdotlar bulunmaktadır.


Çağlayangil’in siyasi duruşuna gelinecek olursa, bazı konularda tarafsız kalmak adına pasif davranmayı göze almış ve bu konuda hatalı davrandığı dönemler de olmuştur. Bunun yanında, döneminin şartlarında birçok hükümet ile belirli mesafelerde çalışma tecrübesi edinebilmiş bir siyasetçi olduğu da belirtilmelidir. Yeri geldiğinde İsmet İnönü’yle yeri geldiğinde de Adnan Menderes’le ters düşmekten çekinmeyen İSÇ (Bundan sonra alıntılarda da bu kısaltmayla anılacaktır.) siyasette eski toprakların çok iyi bildiği ama net bir tarafı olmadığı için vitrinde gözükemeyen siyasetçilerden birisi olarak adlandırılabilir. Bir diğer deyişle, taraf olmayanın bertaraf olacağının da somut örneklerinden birisi olarak telakki edilebilir.


Siyaset hayatında İsmet İnönü, Adnan Menderes, Süleyman Demirel ve Turgut Özal gibi siyasilerle birebir çalışma şansı olmuştur. Hatta bürokrasi kariyerinin ilk aşamalarında Atatürk’ün son dönemlerinde de görev yapma şansı bulabilmiş bir şahsiyet olarak değerli anılarından faydalanmak ve ders çıkarmak gerekmektedir. Adnan Menderes ve İsmet İnönü dönemlerinde bürokrasi görevlerinde de bulunan Çağlayangil, Adnan Menderes’in hararetli yapısından özellikle bahsetmektedir. İsmet İnönü’nün ise, özellikle Atatürk sonrasındaki hakimiyetini pekiştirmek için despot yöntemlerinden sıkça şikayet etmektedir.


Eserinde mütemadiyen övdüğü en önemli şahsiyetlerden birisi olarak ise, Süleyman Demirel’in olduğunu söylemek gerekmektedir. Sakin ve tutarlı davranışlarından etkilendiğini sürekli ifade eden İSÇ, Demirel’i tam bir devlet adamı olarak gördüğünü en küçük fırsatta dile getirmiştir. Bunun yanında, Turgut Özal’a ilişkin çok fazla hatırasından bahsetmemiş ve kitabında kendisine fazla yer vermemiştir. Belki de, Özal - Demirel çekişmesinin yaşandığı dönemlerde kendi tarafını gösterme iradesini buradan çıkarmamız mümkün olabilir.


Askeri cunta yönetimlerinin olduğu dönemlerde de birtakım bürokrasi görevlerini icra eden Çağlayangil’in özellikle Celal Bayar ile kariyerinin ilk yıllarında birçok anısı bulunmaktadır. Askeri vesayetin Türkiye’de yerleşimini gerçekleştirdiği dönemlerde ülkemizin askerlere olan bakış açısını görebilmek adına önemli anekdotlardan bahsedilmiştir.


Yine Atatürk döneminin sonlarına yakın yaşanan Seyit Rıza ayaklanması süreçlerine ilişkin anekdotlar da, olayların belirli kısımlarında doğrudan bulunmuş olan Çağlayangil tarafından anlatılmıştır. Seyit Rıza ekiplerinin karakol baskını sonrası şehit olan 33 asker ve akabinde Atatürk’ün talimatı ile bölgeye asker sevk edildiği ifade edilmiştir. Süreçte devletin sert tedbirler ile ayaklanmanın ilerleyişini kırdığı anlatılmıştır. Bir süre sonra Seyit Rıza’nın da aralarında bulunduğu yönetici kadrosunun tutuklanması ve idam süreçleri doğrudan anlatılmıştır. Seyit Rıza’nın idamı gerçekleşmeden önce köprü açılışına gelecek olan Atatürk’ün, bölge halkının tepkisi ve talepleri ile karşı karşıya kalmamak için idam sürecini açılış gününden öncesine çekerek hafta sonu idamı tertip etmesi, emri bizzat alan Çağlayangil tarafından anlatılmıştır. Seyit Rıza’nın idam sehpasına giderken görüştüğü son kişilerden birisinin de yine İSÇ olduğunu ifade etmek gerekmektedir. İSÇ ile arasında bu anlarda yaşadıkları diyaloglar alıntılar bölümünde detaylıca bahsedilmiştir.


Yine 80 darbesine de özel bir yer ayıran İSÇ, bu dönemde yaşananlar ile bürokratların bütün siyasiler gitse de yerlerinin sağlamlaştığını düşünmeleri sebebiyle, devlet erkanında nüfuzlarının ekstra arttığı bir dönem olduğuna dikkat çekmeyi ihmal etmemiştir. Yazarın, darbelerle ilgili olarak ortak kanısının ise, her darbenin dolaylı ya da doğrudan şekilde CIA imzası ile gerçekleştiğine ilişkin tespitlerinin kesinlikle incelemeye değer olduğu ifade edilmelidir. Konuya ilişkin anılar, alıntılar bölümünde detaylı olarak görülebilecektir. Dolayısıyla, ülkemizde özellikle askeri vesayetin 60lı yıllarda NATO eliyle desteklenerek güçlenmesi akabinde, ülke siyasetine müdahalelerin dış istihbaratların askeriye üzerinden hamleleri ile gerçekleştiğini söylemek bugün geldiğimiz süreçte malumun ilanı olmaktan başka bir nitelik ihtiva etmemektedir. Ancak kitabın yazıldığı dönem dikkate alındığında bu anlatımların ne kadar önem arz ettiği aşikardır.


Önemli çıkarımlarına ek olarak, nüktedan bir mizaca sahip olan Çağlayangil’in alıntılar bölümünde de görüleceği üzere, birçok latifeli anlatımı ile çevresindekilere kıssadan hisse yöntemini tercih ederek vermek istediği mesajları onları güldürmeyi de başararak iletmiş olduğu anlaşılacaktır.


            Sonuç olarak, Çağlayangil’i siyasetle ilgilenen ve cumhuriyet tarihimize ilgi duyan herkesin okuması gerekmekte olup, kendisinin görüşlerine her zaman katılmak mümkün olmasa da, çalıştığı dönemlerin şartlarını ve yaşananları hatırlamak için söz konusu eseri, kesinlikle okunması gereken kitaplardan birisi olarak değerlendirmek gerekir. Bu yönüyle yalnızca siyasete ilgili olanlar değil, yakın Türkiye tarihiyle ilgilenenlerin de kesinlikle incelemesi gereken kitaplardan birisi olarak belirtmek gerekmektedir.


ALINTILARIM(*):

  1. Çağlayangil Cindoruk’a: "Lider sırtında hep yükü olan insandır. Bu yükü taşıyacağı kadar yüklenir. Taşıyamayacağı yükü sırtlanan politikacı zaten lider olamaz ki. Kimse liderde vefa aramasın, liderliğin ilk vasfı vefa olmamasıdır. Lider sırtında bizi niye taşısın, siz lidere lazımsanız belki. Lider sırtında zaten her zaman yük taşır."

  2. Serap Orospu Oldu: Yassıada’da bize özel mektup kağıtları veriyorlardı. Yazacağımız mektuplar da 50 kelimeden fazla olamıyordu. Mektuplar okunuyordu, bu yüzden de arkadaşlar, aileleriyle özel konularda yazışamıyorlardı. Öğrenilmek istene en önemli konu da siyasi atmosferin yörüngesi, tahliye olanağının olup olmadığıydı. Özel birtakım rumuzlarla ailelerden bu konu soruluyordu. Konya mebusunun apartman komşusu, Muzaffer Bey adında bir CHPli milletvekili. CHPliler ise hem içeride hem dışarıda hem de Millik Birlik Komitesinin içerisinde kararların alınmasında oldukça önemli bir mevkideler. Bizim mebus arkadaş düşünöüş taşınmış, kendince bir şifre bulmuş. Şifre, kendi kızı, Serap. Mektupta da: “Serap’ı sözlü bıraktım, ne zaman nikahlayacaksınız? Muzaffer Bey’den adamı sorun soruşturun, altından ne çıkacağını bana bildirin.” Serap da o zaman 4 yaşında. Gelen cevapta: Muzaffer Beyle görüştük. 18 Temmuz’da Serap’ı nikahlayacağız.” 18 Temmuz oldu ses seda yok. Ağustos oldu Serap’ın nikahı, boyuna tarih değiştiriyor. Hep son gelen tarih arkadaşlar arasında heyecan yaratıyor. Bir keresinde Nükrettin Nasuhioğlu, lacivertlerini giydi, hazırlandı. Serap gene nikahlanamadı. Ben gülüyorum: “Devlet olarak biz bütün istihbarat vasıtaları ile ihtilali haber alamadık. Siz burada tutukluyken nasıl bir haber alacaksınız ki?..” Bana: “ Sen karamsarsın.” Diyorlardı. Mektuplar boyuna fos çıkıyor. Mektuplarda, “ Serap ne zaman nikahlanacak?” sorusu sürüp gidiyordu. Mektubu alanlar kızmış, sonunda şu cevabı vermişlerdi: Serap orospu oldu. Evlenmeyecek…”

  3. Bal Mahmut: Padişahlık zamanında Beşiktaş’ta oturan bir aile varmış. Fakirmiş. Karısı, kocasının başının etini yermiş: “ Dolmabahçe şunun şurasında. Padişaha komşu sayılırız. Bir ihsan kopartamadın. Sen ne beceriksiz adamsın. Bir ihsan koparsan belimizi doğrulturduk.” Adam, karısına “ Hanım Padişaha nasıl yalvarayım ?” Karısı:” İstersen bir bahane bulursun elbet” demiş. Adam en sonunda dayanamayıp bahçedeki ağaçta kayısı toplayıp, sepete doldurmuş, sarayın kapısına gitmiş. Bakmış kapıda bir sürü adam bekleşiyor. Meğerse o gelenler protesto için dururlarmış. O da bilmeden aralarına karışınca hepsini topluca Yedikule zindanlarına atmış. 4 yıl sonra padişah zindanı teftişe çıkmış. Herkese tek tek niçin zindana düştüğünü sormuş. Sıra Beşiktaşlıya gelince “ Ben kayısı maddesinden yatıyorum” demiş. Padişah” Kayısı maddesi nedir diye sorunca adam başından geçenleri anlatmış. Padişah bunları duyunca üzülmüş. Adama yapılan hatadan dolayı dile benden ne dilersen diye söyleyince kayısı maddesinden yatan adam bir balta, bir Kur’an bir de 1001 akçe istemiş. Padişah,” Çok az değil mi? Ne yapacaksın bunları deyince “Değil” demiş adam. “ 1001 akçe ile mihr-i müeccelini(nikahlanırken, ödemeyi vaat ettiği paranın tümünü) verip karıyı boşayacağım. Kur’anı Kerim’e el basıp bir daha kadın sözü dinlemeyeceğime yemin edeceğim. Baltayla da kayısı ağacımı keseceğim..” Bal Mahmut bu hikayeyi anlattığında bütün koğuş güldü. Ve biz de kayısı maddesinden Yassıada’da 5, Balmumcu’da 1 ay yattık.

  4. Atatürk bir gün yılbaşı kutlamalarından birisinde bir kısım kutlama yapan halkın yanına gelip kendilerini davet etmeleri üzerine ne yapmak istediklerini sormuş ve aralarındaki tıp fakültesi öğrencilerinden bir tanesi “ Paşam ben sizi şikayete geldim. Evvela bürokrasiden şikayet edeceğim. Siz reformlar yaptınız ama yapıyı değiştirmediniz. Osmanlıdan kalma köhne zihniyet değişmedi. Cumhuriyet de kalkınma da maddi işlerdir. İdeal değildir. Gençlik ideoloji ister. İdeolojiniz tutulmaz, yaklaştıkça uzaklaşır. Gençlik nereye gidecek?” diye bir soru yöneltmiştir. Atatürk o esnada içmekte olduğu şampanyasının bir yenisini içmek için müsaade ister ve bir süre sonra genci özel olarak yanına çağırır ve ona “ Sen Türk müsün?” diye sorar. Evet diye yanıt veren gence “ Türklükten büyük ideal olur mu diye sorup akabinde bir başka sualle devam etti “ Türkler kaç kişi?” Tıp fakültesi öğrencisi olan genç “ 15 milyon deyince “ Biz 15 milyonuz, dünyadaki Türkler on beş milyondan ibaret değildir. Şu haritaya bak; dünyanın her tarafında Türkler yaşıyor. Bugün için siyasi vahdet düşünülemez. Çeşitli engeller var. “Güneş Dil Teorisi” üzerinde durmam bunun için. Dil-tarih inkılabını yaymak istiyorum. Meseleye bir kültür birliğinden başlamak lazım. Evvela lehçemizi düzeltelim. Türkiye’de konuşulan Türkçe, bütün Türk aleminde anlaşılmalıdır. Zamanla kültür vahdeti siyasi vahdete erişir. Ama yüz yıl ama elli yıl sonra... Bundan büyük ideal olur mu?

  5. Dersim Olayları: Yıl 1937. Şükrü Sökmensüer, Atatürk döneminin ünlü Emniyet Müdürlerinden. Bir gün beni çağırdı. “Atatürk, Diyarbakır’da Singeç Köprüsünü açmaya gidecek” dedi. O tarihte Seyit Rıza, Dersim’in lideri. Aynı zamanda kendisi peygamber sülalesinden geliyor. Seyit Rıza’nın bir dini kimliği var. Fırat, Şeytan Köprüsü denen mevkide dört metreye kadar daralır. Derinliği de deniz gibi 17 metre olur. Burada bir köprü yapmışlar. Köprünün başında bir karakol. Karakolda da 33 askerimiz var. Askerlerin başında İsmail Hakkı adında bir yedek teğmen. Köprüye Dersimliler bir baskın düzenliyorlar. Baskında karakol yakılıyor ve 33 askerimiz şehit ediliyor. İşte bu olay ile Dersim İsyanı başlamış oluyor. Atatürk olayla ilgileniyor ve ilgililere kesin talimat veriyor. “Bu meseleyi kökünden hallediniz.” Elazığ’da o tarihte Müfettiş-i Umum-i Hüseyin Abdullah Akdoğan Paşa var. Malatya Emniyet Müdürlüğünden Ankara’ya tayin edilmişim. Vali İbrahim Ethem Akıncı. Şövalye, çeteci bir adam. Demirci Efe ile birlikte Kurtuluş Savaşı’nda çete kurmuş. Vali, bakanlığa şifre çekmiş. “ Emniyet Müdürüm Ankara’ya tayin edildi, biz Elazığ’a gidip Dersim Harekatını birlikte görmek istiyoruz” demiş. Biz de Ankara’dan müsaade istihsal ederek (izin alarak) Vali Akıncı ile birlikte Elazığ’a varıyoruz. Müfettiş-i Umum-i’nin başkanı Abdullah Paşa’ya kelamımızı anlattığımızda Paşa” İyi ki geldiniz” diyor. “ Ben de yarın orada mevkiye gideceğim. On beş gün önce tercüman aracılığıyla asilerle konuştum. Kendilerine” Aşiretlerinin başı olan kişileri teslim ederseniz harekatı durduracağız, barış yapacağız” dedim. ”Yarın da son gün gideceğimiz mevki de biraz tehlikeli. Ne olacağı belli olmaz isterseniz sizi de alabilirim” dedi. Sonrasında yola çıkıldığında önde ve arkada birer kamyon ile hareket edildi. Gidilecek yere askerler dizildi. Abdullah Paşa, muhtemel bir pusuya karşı önlemler aldırmıştı. Benim yanımda fotoğraf makinesi var. Bir süre bekledik. Ortalarda kimseler yok. Bağırdık çağırdık bir tercüman çıktı ortaya. Abdullah Paşa “ Geldiniz mi?” dedi. Geldik dediler. Ortaya göğsü bağrı açık levent adamlar çıktı. Abdullah Paşa, gelenlere çuvallarla ekmek dağıttı. Paşa onlara sordu: “ Listede yazılı olanları getirecek misiniz?” “ 3 kişi hariç hepsini getireceğiz.” Dediler. Abdullah Paşa” Olmaz deyince onlar da Paşam nidek olmazla olmaz dediler. Paşa da bunun üzerine” “Devletle baş edemezsiniz niçin onları teslim etmiyorsunuz “deyince içlerinden uzun boylu olanı öne çıktı ve “ Bir kadının tek kocası olur. Şimdi siz hükümetsiniz. Askeriniz var. Bugün buradasınız. Bunları size veririz, alır gidersiniz. Biz yarın yine onların eline kalırız. Bunlar, bu ağalar bizim külümüzü attırırlar. Siz Dersim’e giremiyorsunuz. Jandarmanızı sokamıyorsunuz.” Abdullah Paşa düşündü, sonra tercümana şunları söyledi: “ Ben Kastamonuluyum. Kastamonu’nun tarihini bilir misiniz? Şehrin ortasında bir dere akar. Etraf birdenbire dağ gibi meyillenir. Vaktiyle bir tarafından Kast’lar, öte tarafında Tumanlar varmış. Kenti bunlar kurmuş. Bunun için Kastuman olmuş. Ben Tuman tarafındanım. Tuman da zamanla Demenan olmuş. Sizin aşiretiniz bugünkü Demenan. Siz benim akrabamsınız. Atalarımız bir yerde buluşurlar. Yapmayın. Size 15 gün daha vereyim. Gidin ve 15 gün sonra bu listedekileri getirin. Listede aynı zamanda Seyit Rıza da var. Seyit Rıza Şeytan Köprüsünü yakarak isyanın başlangıcını ve idaresini üstlenmiş. Süre geçtikten sonra isimler yine teslim edilmeyince aylar sonra Seyit Rıza yakalanır. Mahkemeler sürüyor. İşte bu sırada Atatürk, Diyarbakır’daki yeni yapılan Singeç Köprüsü’nü açmak için gelecektir. Emniyet Genel Müdürü de “ Atatürk, Singeç Köprüsünü açmaya gidecek. 6 bin tane beyaz donlu Elazığ’a dolmuş. Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Atatürk’ün karşısına çıkmalarına izin vermeyelim” dedi. Atatürk Pazartesi Elazığ’a gidecek. Bizden istenenler asılacak asılsın ve Atatürk’ün karşısına beyaz donlular çıktığında iş işten geçmiş olsun. Bu dönem de hafta sonuna denk geldiğinden idam kararını zorlayarak en sonunda dönemin savcılarından olan bir Cumhuriyet savıcısından çıkarılması ile idam kararı verilmiştir. (Samiin: İzleyici) Ceza İnfaz Kanununa göre idam mahkumlarının birbirlerini görmeden idam edilmesi gerektiği yazılıyordu. En sonunda Seyit Rıza arabaya bindirilir ve idam sehpasına doğru yola çıkılır. Yaklaştıklarında sehpayı görünce “ Beni buraya asmak için mi geldin” diye soracaktır. Bunu söyledikten sonra cevap veremeyen Çağlayangil’e gülümsemiştir. Savcı, namaz kılıp kılmayacağını sordu. Kılmayacağını söyleyince son sözü soruldu. “Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz” dedi. İdam sehpasına çıkarıldığında etraf soğuktu ve kimse yoktu. Ama Seyit Rıza meydan boşmuş gibi “ Evladı Kerbelayıh. Bir hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir.” Dedi. ve kendi idamını celladı beklemeden gerçekleştirdi. Sabah Atatürk Çağlayangil’i çağırdığında ona Seyit Rıza’nın sehpada sallanırken çekilmiş bir fotoğrafını göstermiştir.  Çağlayangil haberim yok deyince o zaman “ Demek ki maiyetine hakim değilsin”. Dedi ve ekledi. “ Çabuk git, bu resmin negatifini bul, basılanları imha et.” (maiyet: alt kademe memuru) İSÇ böylece gidip iki tanesi hariç diğerlerini imha etmiş ve birisini kendisine diğerini de Atatürk’e vermiştir.

  6. İSÇ geri kalmış ülkelerdeki darbelerde CIA kokusu aranması gerektiğini söyler. Hatta İSÇ “ Adamlar bunu da saklamıyor ki! Türkiye’de iki darbe hareketi olmuştur; ikisini de CIA’in yaptığını Ekonomist dergisi açıklamıştır.” Ayrıca İSÇ “CIA’in adamı olursunuz. Onun adına çalışırsınız da haberiniz olmaz.” Der. Bunun yanında örgütlerin hükümetleri kurduğunu ama bu örgütlerin onları aşarak bağımsızlık kazandığını savunur: “ Ben Dışişleri bakanıydım. Amerikan Büyükelçisi bana geldi. Sayın Demirel’e söyleyiniz. Sizde nerede, ne kadar haşhaş ekiliyorsa, biz onun parasını peşin verelim, ekimi durdursunlar” dedi. “Peki söylerim” dedim. Sayın Demirel’e söyledim. Aldığım cevap şöyleydi: “Bizim 27 ilimiz ve çevresinde haşhaş ekiliyor. Bizde ismini afyondan alan iller var. Bunu yapamayız. Ama ekim alanlarını giderek daraltabiliriz.” Gittim. Amerikan elçisine söyledim. Bana “beni Başbakanınızla görüştürebilir misiniz” deyince Sayın Demirel’e söyledim. Demirel de kabul etti. Görüşülünce yine aynı cevabı verdi Demirel. Bu görüşmeden sonra Büyükelçi “Çok yazık bundan çok fena neticeler doğacak” dedi. Çok fena neticeler belli oldu. Üç ay sonra bizim hükümetimiz düşürüldü…

  7. Pakistan eski Dışişleri Bakanı hatta sonradan devletin başına geçen Butto, İSÇ’ye bir hasbihalleri esnasında “Siz hain-i vatansınız. Günün birinde Sovyetlerle Amerika uyuşacak ve dünyayı nüfuz bölgelerine ayırmak isteyecekler. Böyle bir durumun karşısında ancak Çin durabilir. Bugün siz Çinle münasebet kurmak bir yana, onun bölgeye nüfuzundan endişe duyuyorsunuz. Çin bugün ekonomik bakımdan güçsüz ama yarın şartları değişecektir. Bugün atoma sahiptir. Yarın bunları geliştirecektir. Çin’in zayıf zamanında ona el uzatırsanız, gelecekte kıymeti büyük olur. Çin güçlenince ona yaklaşmak isteyeceksiniz ancak o nazlanacaktır” dedi.

  8. Adnan Bey, Volkswagen karoserine Rolls Royce motor konmuş gibiydi. Düşüncesi ve zihni faaliyeti bedeninden üstündü. Karoseri zayıf, motoru kuvvetli. Çabuk kızan, çabuk parlayan, sonra da gönül almak isteyen bir mizacı vardı. Demirel ise, kızdığını belli etmeyen, reaksiyonları yok sayılan, son söyleyeceğini evvela söylemeyen, hiçbir işe anında karar vermeyen. Ölçüp biçen bir satranç ustası gibi hamlesini yapmadan husule gelecek vaziyetleri evvelden tespit eden ihtiyatlı, planlı bir insan. Bir matematisyen. Hiçbir şeyi tesadüflere bırakmayan, genç ama sağlam karar veren bir kişilik.

  9. Demirel’in AP’de başkan olması serüveni Ragıp Gümüşpala’nın vefatından sonra başkan vekilinin de güçlü aday olarak gösterildiği kongrede yaptığı heyecan verici konuşması neticesinde gerçekleşmiştir. Ve sonusun yakın çıkması beklenen seçimde açık ara farkla birinci olmuştur. Tam da bu zamanlarda siyasi buhranların olduğu 27 Mayıs döneminin toparlanma süreçleri içerisinde olmuştur. Demirel’in göreve gelmeden parti başkan vekili olarak Saadettin Bilgiç’in katıldığı ve Başbakan İsmet İnönü’nün idaresinde gerçekleştirilen huzur toplantılarından birisinde İSÇ İsmet İnönü’nün dokunulmazlıktan yakınması sonucunda karşı cevap olarak “ ilk önce yazılan bir makaleye bakmak gerekirse Öğrenciler arasındaki sürtüşmelere hiç şaşırmamak lazım. Öğrenciler, ateşli canlı kişilerdir. Oynak yaşlardadırlar. Biz, kız ve erkek öğrenci yurtlarını ayrı tutuyoruz. Halbuki, bu yurtlar birleştirilse, hem nüfusumuz artar, hem öğrenciler yatışır, özleri başka tarafa döner. Bir an evvel harekete geçmek, kız ve erkek öğrenci yurtlarını birleştirmek lazımdır ki kıpırdamaları son bulsun “demiştir. Ayrıca bir diğer yazar da “Türklerin yarıdan fazlası okuma yazma bilmez. Cahil, baldırıçıplak insanlar… Bunlara oy hakkı verilirse, sonu böyle olur. Uşağına bak, efendisini al” derler. Doğrudur. Kız kendi haline bırakılırsa ya davulcuya varır ya zurnacıya! Demokrasi oynayacağız diye cahil halkın seçtiği iktidarları başa getiriyoruz. Şimdiki duruma düşüyoruz. Bu yolla biçimsel demokrasi elde edilir ama, bunun adına, cici demokrasi, sandık demokrasisi derler. Diyen alıntıları İnönü’ye sunmuş ve akabinde “ “Komünist Manifestosu, toplum içinde kutsal tanınan ne varsa, yerine başka bir şey koymadan ortadan yok ediniz. Bütün putları kırınız. Bu bataklıkta ancak Marksist düşünceler yeşerir” diyor. Bu çeşit kurumların başında aile gelir. Bu yazı olanca gücüyle aileyi yıkmaya çalışıyor. Makale bu amaçla yazılmıştır. Toplumda çocuk ve nesep kavramlarını hiçe saymak kastını güdüyor diyerek son olarak İnönü’ye hitaben “ Siz kurallara uyduğunuzu, her davranışınızın hesabını verecek durumda olduğunuzu söylüyorsunuz. Doğrudur. İğne deliğinden rüzgar gelse, onu kapayacak mizacınız vardır. Bastığınız yeri defalarca kontrol etmeden adım atmazsınız. Ama tarih yöneticileri yalnız yaptıkları ile değil yapmadıklarıyla da muhakeme eder. Elinizde bu ikiye bölünmüş, düşman kamplara ayrılmış Türk milletini, kardeşlik potasında eritmek için bütün imkanlar vardı? Hiçbirini yapmadınız! Parti fırkada demek, düşüncede ayrılmak demektir. Kamplaşmak değil. Demokrasi farklı düşünenleri sever ama çelme takanlardan hoşlanmaz” demiştir. Bu hitamları üzerine İnönü kızarak masaya yumruğunu vurmuş ve “ Burası Çankaya’dır. Ne zamandan beri hükümetlerin hesabı Devlet Başkan köşkünde görülüyor. Ben gasıp değilim. Başbakanlığı zorla almadım. Beğenmiyorsanız Meclis’e gelirsiniz, güveninizi geri alırsınız. Ben de çeker giderim “ dedi. (Tefrik: Ayrım, Mamur: Bayındır, imar edilmiş, şenlikli, Münhal: Açık,Havali: Yöre, çevre)

  10. Fanfani İle Adapazarı: Söz İtalya’dan açılınca İSÇ İtalya Hariciye Nazırı Fanfani ile ilgili neşeli bir anısını paylaşmıştır. Sinyor Fanfani ülkemize resmi ziyarete gelmişti. Onların büyükelçiliğinde özel bir yemekte ailecek bulunuyorduk. Sonra hep beraber İstanbul’a gidecektik. Fanfani birdenbire; “Ülkenizin iç taraflarını da görmek istiyorum. Yanımızdakiler uçakla gitsin. Siz beni karadan götürür müsünüz?” dedi. Niçin olmasın götürürüm cevabını verdim. Ne olur ne olmaz diye de bir de polis arabası koyunca öne böyle zuhurat zamanlarında( olağan dışı zamanlarda) trafik arabaları ancak vilayet yolları dahilinde gezermiş. Yol boyunca haber salmışlar, vilayet değiştikçe arabalar da değişiyor. İş büyümüş. Gerede’ye geldik. Büyük bir kalabalık gördük. Kaza olmuş sandık. Meğer bizi karşılamaya gelmişler. Kaymakam, beraberindeki heyetle karşımıza çıktı. “Kasabada hazırlık yaptık. Halk, İtalya Hariciye Nazırını bekliyor şeref vereceksiniz” dedi. Vakit kaybedecektik ancak böyle bir daveti de geri çevirmek doğru olmayacağı için davete icap etmek durumunda kaldık. Akşam güzergahında Adapazarı vardı. Ben gün batınca merasim olmaz kuralına güveniyor, orayı atlatacağımıza inanıyordum ki vilayet yol üzerinde olmamasına rağmen sapağa geldiğimizde yanıldığımızı anladım. Belediye Başkanı” Bando çıkardık. Ahali sizi bekliyor” deyince şehir merkezine saptık. Belediye binasına kendimizi zar zor atabildik. Parti Başkanı Sayın Behçet Deryaoğşu “ Konuşmazsanız bu kalabalık dağılmaz” dedi. Hazırlanan mikrofondan bir konuşma yaparak misafir nazırına gösterilen iyi kabul için teşekkür ettim. Millet, Fanfani’nin konuşmasını istiyordu. “ Türkçe bilmiyor ki size nasıl hitap etsin?” dedim. “Sen tercüme edersin” diye bağırdılar.  Fanfani’ye durumu anlattım. O, politikacıların kurdu, uzun bir konuşma yaptı. Bu olaydan sonra her buluşmamızda Fanfani takılır: “Eğer Toskana’da kaybedersem, yeni bir seçim bölgem var. Adapazarı’na geleceğim” derdi. (Mihmandar: Misafire yardım ve hizmet eden)

  11. ABD Tarım Bakanlığınca Washington’da bir brifing verildi. Kıtanın Batılılar tarafından keşfinden başlanarak o tarihe kadar olan bitenler anlatıldı. Konferansı veren kişiye “Koca kıtayı, bugün sayıları 400.000’e inen Kızılderililer mi dolduruyor?” dedim. Muhatabım alındı, soruma soruyla karşılık verdi: “ Ne demek istiyorsunuz? Yemedik ya! Ya Amerikanlaşmışlardır ya da silinip gitmişlerdir” dedi… Bu konferanstan sonraki bir zamanda da bize mihmandarlık eden üniversite görevlisi arandı ve kendisine bize Kızılderili adı verilmek için bizi bir kabileye götürecekleri teklif edildi. Teklifi kabul ettim. Evvela Kızılderili Müzesine gidecektik. Sonra şehirden oldukça uzak olan Zon’a, kabile reisiyle buluşmaya, kıyafet değiştirmeye gidecektik. Orada kabilenin ileri gelenleri ile tanışacak, bir süre sohbet edecektik. Aynı zamanda Kızılderili kıyafetine girecektim. Yanıma kimseyi almama müsaade etmiyorlardı. Korkmuyordum fakat çekinmiyordum desem yalan olur. İlkin müzeye gittik. Birinci hayretim orada başladı. Gördüğüm şeylerin hiçbiri yabancı değildi. Bizim kilimlerin desenini, cezve, kahve değirmeni gibi bize ait eşyaları seyrediyordum. Oyaları bile bizimkinden farksızdı. Duygularımı Kızılderili’ye açtım: “ Zaten ecdadımızın Alaska’dan geçmiş ve buralara gelmiş eski Baykal Türkleri olduğuna dair bir iddia var” dedi. Sonrasına yemeğe geçtikten sonra reis ayağa kalktı. Sofrada bulunan Amerikalılara hitap ederek konuşmaya başladı:” Bu memleket sizden evvel bizimdi. Elimizden zorla aldınız. Bunları şikayet için söylemiyorum. Çünkü ilkel topraklarımızı dünyanın en müreffeh yurdu haline getirdiniz. Yalnız vaktiyle bizim uygarlığımız sizinkinden üstündü. İşte bir tanesi, bu şehirde bulunan müzelerimizi şahit olarak gösterebilirim. Bugünkü kabilemize bir yabancı giriyor. Bu yemek o vesileyle düzenleniyor. Yeni Chippewa’ya “Kiçiosiya” adını verdim. Kiçiosiya, Chippewa dilinde büyük birader demektir. Kabilemizin yeni üyesinin yaşı bizden küçük. Buna rağmen bu ismi vermememizin nedeni, mensup olduğu milletin, yani Türklerin, bizden üstün uygarlığa sahip olmasıdır. Gerçekte Türk medeniyeti bizden de eskidir. O yüzden bu adı verdik. Kutlu olsun” dedi.

  12. İSÇ’nin dostu Vehbi Koç ona bir gün “ Ben Amerikalı gibi çalışırım. Her işin başına güvendiğim bir adam koyarım. İşine karışmam ama işin sonundan onu sorumlu tutarım. Benimle dost olmak istiyorsan adam ayırmaya kalkma, kimseyi önerme.” Yanımda çalışanlara “şu adamı işe alıverin arkadaş hatırıdır” dersem sonra bana “Ne yapalım sizin yüzünüzden oldu. Bize adam tesviye ediyorsunuz, iş bozuluyor” derler. Ben bir yaparsam, onlar bin yaparlar. İyisi mi birbirimizi zor durumlara sokmadan dost kalalım.

  13. Hindistan’da 120 dil ve lehçe konuşulmaktadır. 16 resmi lisanı vardır. Devlet dairelerinde 16 dilden dilekçe kabul edilir. Nüfusunun %11’i Müslüman, %83’ü Hindu, %3’ü Hrıstiyandır.

  14. 80 DARBESİ: Faruk Gürler’in Genelkurmay’dan ayırılıp kendisini kontenjan senatörü olduktan sonra zoraki olarak seçilmesi adına baskı yaptığını ifade eden İSÇ kendi aralarında Paşalardan birisinin onun bu iş için kalifiye olduğunu ve kendilerinin de onu tanımasına rağmen neden karşı durduklarını sorunca kendisine “zorla gelmek istiyorsa tankla tüfekle gelsin eğer ki aday olup seçilmek istiyorsa denediği metot yanlıştır” demiştir. (Mültefit: İltifatkar, Vahdet: Birlik, teklik, Tezvir: Yalan beyan, Muharrir: Yönlendirme, Vuzuh: Açıklık)12 Eylül hadiselerinden sonra uzun bir dönem askerin iktidarda kalması diğer Avrupa ülkeleri için hep bir çekince ortamı oluşturmuş ve bu ortamın bir an önce sona ermesi gerektiğini dile getirmişlerdir. Bu sürecin gerektiğinden uzun olması halinde Fransa farklı bir bakış açısıyla da konuyu ele almış ve “ Böylesine intikal devrelerinin en büyük sakıncası, bürokrasiyi güçlendirmesidir. Siyasi partiler iktidara gelir, biz hükümet programını gerçekleştiririz, normal idareyi bürokratlar gerçekleştirir” derler.  Askeri idare iktidara geldiğinde bizim geliş sebeplerimizin icapları ve ana doğrultuları var. Normal idareyi yansız teknisyenler yapar derler. Bu durumda bürokrasi şöyle düşünebilir. Demek ki, sivil de gelse, asker de gelse, idareyi biz yapacağız. O halde düzeni öylesine kurmalıyız ve yasaları öylesine yapmalıyız ki, bürokrasi korunsun ve güçlensin. Şeklinde bir fikir beyan ederek durumun olası vehametlerinden birisine karşı kuvvetle muhtemel bir senaryoyu da dile getirmişlerdir. (Ferda: Bir gün sonrası, Tecezzi: Bölünme, Muhal: Olanaksız, Bireyyam: Birkaç)

  15. İsmet İnönü ”Siyasi mahkumiyetlerin hepsinde bir hak tereddütü vardır. Siyasi mahkumlar, milletin yarısı indinde hain ise, diğer yarısının gözünde kahramandırlar.”

  16. Konstantin Karamanlis, 1955 yılında ülkesinin Meclis Başkanlığını deruhte eden ve ardından Başbakan olarak 8 yıl Yunanistan’ı idare etmiş bir Yunan siyasetçidir. Siyasetteki bir numaralı rakibi son seçimlerden önceki Yunan Başbakan Andreas Papandreu’ydu. 1963 seçimlerini kaybetmesinin akabinde muhalefette kaldı. 1967’de ise Albaylar Cuntası darbe gerçekleştirdiler. Karamanlis de Paris’e ikamet etti. Cuntanın başı Albay Papadopulus idi. 7 yıl iktidarda kaldılar. Kendisini 1967 yılında tanıdım. 1973’ten sonra da devlet mekanizmasının tamamını eline aldı. Rejim Nato yanlısı ama totaliterdi. Amerikalılar bu siyaseti destekliyorlardı. ABD tarafından da kendilerine yardım ediliyordu. Üstün güçlüler kendisine bağlanmasını istedikleri devletlerde iş başına geçen otoriter idarelerden hoşlanırlar. Yunanistan’da Albaylar Cuntası 7 yılda yıprandı. Yerini sağlamlaştırmak niyetiyle Kıbrıs sorununu radikal biçimde çözmek, oldu bittiye getirmek istedi. Türkiye de 1974’te Kıbrıs Harekatı ile mukabalede bulunarak planlarını alt üst etti. Akabinde de Papadopulus devri sona erdi. Paris’ten çağrılan Karamanlis böylece tekrar yerine geldi. (Muhavere: Karşılıklı konuşma)

  17. Bir aralık Türkçeyi iyi konuşan Şah ile Atatürk arasında şu muhavere vuku bulmuştur: “Biraderim yarın memleketime dönüyorum. Ziyaretim çok yararlı oldu. Burada gördüğüm yeniliklerin çoğunu orada uygulayacağım.” Mukabilen “ Çok memnun oldum. Kardeşiz. Komşuyuz. Birbirimize benzersek çok iyi olur. Yalnız din adamlarına, yani sizin ahundlarınıza nasıl davranacaksınız?” Buna cevaben ise “ Onlara dokunmayacağım. Bu konuda bir şey yapmayacağım. Onlar beni destekliyor. İyi geçiniyoruz.” Demesi üzerine “ Unutmayın ki toplumda köklü değişiklikler yapmak isteyen her lider, yobazlarla meydan muhaberesi vermeye ve bunu kazanmaya mecburdur. Öyle yapılmazsa, on, yirmi belki elli yıl sonra din namına hareket ettiğini iddia eden biri çıkar. Her şeyi alt üst eder.” şeklinde cevap vermiştir. (Meskun: Yerleşilmiş arazi)

  18. Yunan milletinin Megali İdea isimli ideali 1814 senesinde Odesa’daki Filiki-Eterya adlı bir kuruluş tarafından ortaya atılmıştır. Odak noktası, Ortodoks Kilisesidir. Rigas Ferrraros adlı Rum tarafından güncelleştirilmiştir. Amacı, Fatih Sultan tarafından gerçekleştirilen savaşlarla zapt edilen toprakları geri alarak eski Bizans İmparatorluğunu ihya etmekti. Rumlar bağımsız olarak kurulacak bir Yunanistan’da: Selanik’in, Ege Adalarının, Girit’in, Rodos’un, Kıbrıs’ın, İmroz’un, Bozcaada’nın toplanmasını ve tarihte Konstantinapol diye ünlü olan İstanbul’un Türklerden geri alınmasını hayal ediyorlardı. Trakya’nın, Güney Anadolu kıyılarının Yunanistan’a katılması baş hedefleriydi. Büyük Yunanistan’ı yeniden kurma peşindeydiler. Megali İdea teriminin çoğu zaman yanlış kullanıldığını söylemek isterim. Megalo İdea deyip geçiyorlar. Megalo, Rumca “büyük” anlamına geliyor. Kelime tekildir. Çoğulu megali’dir. İdea düşünce anlamına gelir. İkisi birden “büyük düşünceler” oluyor. Megali İdea 10 istekten oluşur: Yunan Millletinin tam bağımsız oluşunun sağlanması - Batı Trakya ve Selanik’in Yunnanistan’a bağlanması - Ege Adalarının Yunan Devlet’ine terki - 12 Adanın Yunanistan’a verilmesi - Girit Adası’nın alınması - Batı Anadolu’nun Yunanın oluşu - Pontus Rumlarının yeniden hükümet oluşu - Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması - İmroz Bozcaada’nn Yunanistan’a bağlanması - İstanbul’un geri alınması ve böylece eski Roma İmparatorluğu’nun canlandırılması

  19. Ada, İngiltere döneminde ise: Bu devre 1878 tarihinden itibaren geçen süreyi ifade etmektedir. İşin doğrusu, 1878’den Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yaratan 1960 yılına kadar Ada’da İngiliz idaresi yaşanmıştır. 1823 yılında Yunanistan resmen bir nota vererek Rusya, Fransa ve İngiltere’den Kıbrıs’ın kendisine bağlanmasını istedi. Bu girişim sonuçsuz kalınca 1878 yılında Ada, Osmanlılar tarafından, İngilizlere kiraya verilinceye kadar ayaklanmalar yaşandı. Osmanlı için ise bu devirde işler iyi gitmiyor ve Çarlık Rusya ile de araların açık olduğu müşahede edilmektedir. Paşalar ise bu anlaşmazlığı savaşla çözmek isterken Padişah buna pek yanaşma taraftarı değildi. Mithat Paşa sadrazamdı. Meşrutiyet ilan edilmişti. Meclis-i Mebusan mevcuttu. Sadrazam kendi başına gönüllü ordusu toplamaktaydı. Ortaya çıkan bu toplumsal baskı sonucunda padişah sonunda 1877 yılında savaş açıldı. Ruslar, Tuna engelini beklenenden daha hızlı aşınca Abdülhamit, sorumlu başkumandan o anki sorumlu komutanı görevden aldı. Düşman Ordusu ancak bundan sonra da Plevne önlerinde durdurulabildi. Bu savaşlar 2 aydan fazla sürmüş Rusların 3 kez kente saldırmasını Osmanlılar püskürtmüşlerdir. Plevne savunması üzerine Rus Çarı Aleksandr kardeşi Grandük Nikola ile birlikte cepheye geldiler. Durumu gözleriyle gördüler. Ruslarla birlik olan Romanya’nın prensine telgraf çektiler: “Aman imdadımıza yetiş. Ne kadar kuvvetin varsa topla gel. Yoksa Hristiyanlık mahvolacak” dediler. Netice itibariyle bu destek kuvvet de gelince her tarafı sarılmış olan Osmanlı kuvvetleri teslim olmak durumunda kaldılar. Ruslar yaralı olan Gazi Osman Paşa’ya büyük saygı gösterdiler. Kılıcını almadılar. Misafir muamelesi yaptılar. Artık direniş kırılmıştı. Düşman ordusu, o zamanki adıyla Ayestefanos olan Yeşilköy’e kadar ilerledi. Adını, yapıldığı yerden alan Ayestefanos Antlaşması imzalandı. Bu olay Osmanlıların 93 yenilgisi olarak tarihte yerini almıştır. Ruslar, Osmanlılarla Rumeli’de savaşırken Kafkasya’dan da saldırmışlar, her taraftan Osmanlı topraklarına girmişlerdi. Anadolu’ya bu hadiseler neticesinde 1 milyonu aşan muhacir geldi. Bu arada dedem de Kafkasya’dan kaçmış. Biz de o zaman ana yurda göçmüşüz. Manyas’ta yer tutmuşuz. Ayestefanos Antlaşması, 3 Mart 1878’de yapılmıştır. Bu antlaşmanın şartları Osmanlı için çok ağırdır. Barış görüşmeleri anlaşma çerçevesinde Berlin’de gerçekleştirilecekti. İmparatorluk acınacak haldeydi. Fakat, İngilizler, Rusların Anadolu’ya girerek Ege Denizi’ne inip sıcak sularda hakimiyeti ele almalarından hoşnut olmamıştı. Sultan Abdülhamit de bunun farkında olarak bu antlaşmanın yürürlüğe girmesine engel olunmasını sağlamaya çalışıyordu. Pazarlığa oturuldu. İngiltere, Kıbrıs’ın kendilerine bırakılması şartıyla Osmanlılara tam destek vaat ediyordu. Padişah egemenlik hakkı kendisinde kalmak üzere 92.000 altın karşılığında Ada’nın İngilizlere kiralanmasına izin verdi. Ruslar, bu formülü kabul etmek zorunda kaldılar. Kıbrıs’ta İngiltere dönemi işte bu şekilde başlamıştı. İngiltere o zaman yine cihan imparatoru olma peşindeydi. O zamanlar adadaki çoğunluk Rumların elindeydi. İngilizler, 1912 yılında aldıkları tek taraflı bir kararla adanın tek hakimi olduklarını ilan ettiler. 1915 yılında da Yunanlara eğer kendilerinin yanında savaşa girerlerse adanın hakimiyetini onlara bırakacağında  bahsetmişti. İngilizlerin eline geçtikten sonra yapılan nüfus sayımında Ada’da 713 yerleşim merkezinin var olduğu görüldü. Türkler adada yaşayanların %25lik bir dilimini oluşturuyordu. Rum Ortodokslar ise nüfusun %31’ini oluşturuyorlardı. İngiltere’nin o zamanki politikası ve Ada’nın etnik durumu Enosis’i gerçekleştirmeyi engelliyordu. Sonraları İngilizler evrensel bir devlet olmaktan vazgeçtiklerinde Kıbrıs’tan da ayrılmaya karar vermişler ve uygun bir formül aramaya başlamışlardır. Kıbrıs Türkleri, Lozan Anlaşmasıyla ada üzerindeki egemenliklerini bırakmışlardı ama kültürlerini ve benliklerini koruma savaşı veriyorlardı. Aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın da akıbetini merakla takip ediyorlardı. İngilizlerden Self-Determinasyon isteyen Yunanistan bu öneriyi tekrar BM’ye götürdü. Anlaşmazlık görüşmelerle çözülme sürecine girdi. İngiltere’nin Harold Milan planını Yunanlar bir türlü kabul etmiyor ENOSİS’te diretiyorlardı. Türklerin görüşü ise taksimdi. Nihayet Londra ve Zürihte anlaşma gerçekleşti. Bağımsız Kıbrıs Devleti’nin kurulması, Cumhurbaşkanının Rumlardan, yardımcısının ise Türklerden olması kararlaştırıldı. 15-16 1960 gecesinde dünya devletler listesine Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti eklendi. Hemen seçimlere geçildi ve Makarios CB, Dr. Fazıl Küçük CB Yard. Seçildi. İlk anlaşmazlıklar başlangıçta nüksetmeye başladı. Makarios anayasayı uygulamak istemiyordu. Bu konuda kendi isteği şeklinde talepler ile İsmet Paşa’ya bir ziyarette bulunmuş ancak taleplerinin reddedilmesi üzerine Rumların isteğine ters düşen herhangi bir kararı tanımayacağını ilan etti. Sonra Enosis hareketleri yeniden başladı. Yıl sonuna doğru Türkler üzerindeki baskı artırıldı. Olaylar soykırıma kadar ilerledi ve 34 soydaşımız şehit edildi. Lefkoşa’da Türklere karşı makineli tüfeklerle ateş açıldı. Noel Gecesi bir binbaşının eşi ve çocukları öldürüldü. Hristiyan Bayramı kanlı Noel adını aldı. Olaylar sonrasında THK’nın uçakları Kıbrıs üzerine gönderildi. Rahmetli İnönü müdahale hakkını kullanmak üzere İngiltere’ye başvurdu. Fatin Rüştü Zorlu’nun dediği oldu. İngilizler barışçıl yollarla deneyelim dediler. Türkler ve Yunanlar arasında Londra’da konferans toplanmasını önerdiler. Toplantı işe yaramayınca konu BM’ye taşındı. Terör hareketleri yeniden başladı. Ada’da anlaşmalar uyarınca bulundurulan Türk Birliğinin değiştirilmesinde zorluklar çıkarılıyordu. Yunanistan ise keyfine göre asker yığıyordu. Yerli hükümet buna kucak açıyorlardı. Ortalık gergindi. Nihayet Alevkaya ve Mosflip bölgesinde çatışma başladı. Erenköy civarında şiddetli çarpışmalar oluyordu. Türkler burada sarıldılar. Yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya geldiler. Türkiye yine müdahalede bulundu. Jetleri göndererek Ada’yı bombardımana tuttu. Erenköy’de mahsur kalan Türkler böylece ölümden kurtarıldı. Bu harekat sonrasında İnönü Meclis’e ilgili havadisleri aktarmak üzere konuşmaya geldiğinde” Anlaşmalarda olumsuz oy kullanmamızın nedeni, Kıbrıs’ta kurulacak devletin bağımsız oluşu ve taksimin elde edilememesi değildir. Garanti anlaşmasında tek başına müdahale hakkı verilmemesidir. Kıbrıs’ta anayasa düzeni bozulursa, çıkarına dokunulan tarafla beraber İngilizlerin de müdahale edenin yanında bulunma zorunluluğu mevzu bahisti. Anlaşma ENOSİS’i de taksimi de yasaklıyor. Yalnız Yunanlar yakında Enosis diye tutturacaklardır. Çok geçmeden Makarios çoğunluğuna güvenecek ve Türklere saldıracaktır. O zaman İngiltere de bizimle beraber olmalıydı. Tek başına müdahale edersek netice alamayız. Onun için olumsuz oy kullanacağız” dedi. Bunun üzerine Fatin Rüştü Zorlu kürsüye gelip “ Eğer Sayın İnönü’nün dediğini yapsaydık, yani İngiltere ile beraber müdahale şartını koysaydık; günün birinde Rumlar anlaşmayı bozunca, İngilizler razı olmazlar, biz de elimiz böğrümüzde kalırdık. Tek başımıza bir şey yapamazdık. Enosis o zaman gerçekleşirdi. Biz bunu önledik. İngiltere hareket etmezse tek başımıza müdahale hakkı koyduk” dedi. Bugün Sayın İnönü Ada’ya Türk jetlerini gönderebiliyorsa, tek başına müdahale yetkisi sayesinde bunu gerçekleştirebilmektedir. Ancak adaya uçak gönderme politikası da pasif bir müdahale olarak eleştirilere maruz kalmıştır. Türkiye’nin bu durumda bir çıkartmaya ihtiyacı vardı. İşin oldu bittiye getirilmesi gerekirdi. Ancak İnönü bu konuda çok ihtiyatlı ve tedbirli davranıp kayıpların çokluğu ihtimali dolayısıyla hareket etmekten çekiniyordu. Bu süreçte Türkiye ile Yunanistan’ı yakınlaştırma görevi ABD’nindi. İngiltere boş durmuyordu. Achesson Planı yapıldı. Bu öneriye göre, Kıbrıs’ın Kuzeydoğusu’nda Karpas Yarımadasında Türkiye’ye , nüfus oranı ölçüsünde toprak verilecekti. Bölge dışında kalan yerlerde Türkler iki veya 3 mevkide otonom yönetimler kuracaktı. Antlaşmaların şartlarının yerine getirilmesi için milletlerarası bir komisyon kurulması önerisi de Yunanistan tarafında reddedildi. Bu konuda ayrıca BM’deki cemaat kavramının da Afrika devletlerini ilgilendirmesi açısından Avrupalı ve diğer devletlerce hassas bir önemi mevcuttu. Yeni Afrika devletlerinin çoğunda, nüfusun mevcudun %10’unu geçen cemaat halinde kabileler vardı. Bunlar hep Kıbrıs’ta olup biteceklere bakıyorlardı. Onun için, çoğunluğu bağımsızlığa kavuşmuş yeni Afrika devletlerinin oluşturduğu ve BM kararlarına sayıca hakim olan Üçüncü Dünya Ülkeleri için cemaat kavramı, hassas ve tehlikeli bir konuydu. Bu yüzden Ada’da yaşayan Rumlar ve Yunanlar, Kıbrıs sorununu ve her fırsatta BM’ye götürerek orada konuşmak istediler. Ben çiçeği burnunda bakanken BM’ye, Kıbrıs sorununu görüşmeye gittim. Asambleyi gözümde büyütüyor, orasını bütün kusurlardan arındırılmış olarak tahayyül ediyordum. Bütün parlamentolar gibi, kulislerinde türlü oyunlarının sergilendiği bir yer olduğunu anlamakta gecikmedim. Kısa zamanda anlaştığımız İtalya Hariciye Nazırı Farfani bana; karşı tarafla anlaşmamı tavsiye ediyordu. Bizim sunduğumuz karar suretini ancak beş devlet destekliyordu. Karşı tarafın tezini onaylayacaklar çoktu. Üçüncü Dünya ülkeleri olarak geçen ve Müslüman ülkelerden bazıları da karşı tarafta idi ve en son bir unity tabiri ekleterek tasarıyı kabul ettirmeye çalıştılarsa da Sayın Demirel ile istişareden sonra teklifi reddettim. Mekanik bir çoğunlukla alınacak ve haklı tezimize ters düşecek bir BM kararına uymayacağımızı peşin olarak söyledim. İnanmadılar. Her zaman böyle olurmuş. Önce Türkiye öneriyi geri çevirir, sonra razı olurmuş. Böylece taviz vere vere savunduğumuz ilkelerden uzaklaşmamızı sağlarlar. Bir tür salam politikasıyla güttükleri amaca adım adım yaklaşırlarmış. Bu sefer Türkiye aksini yaptı. Sonuna kadar direndi.

  20. Pipinellis’ten sonra cunta ordusundan Albay Tumbas bu Hariciye Nazırlığı görevine getirildi. Bu askerle gerçekleştirdiğimiz görüşmelerde Yunanistan anladı ki Türkiye bu konuda tatmin edilmeden Yunanistan her istediğini yapamayacaktı. Bir gün beni Paris’te görüşmeye çağırdı: “İngilizlerin işgal ettiği üsleri alır size verirsem Ada’nın gerisini bize bağlamaya razı olur musunuz?” dedi. Yanımızda kimse yoktu. Teklif de resmi değildi. Ancak “Yani ENOSİS teklif ediyorsunuz. Bu, Ada’nın taksimi demektir. Achesson Planı bile daha cömert davranmıştı. İngiliz üsleri, adanın ancak %5 civarındaki toprağını teşkil ediyor. Bunu çoğaltacak ne gibi bir öneriniz var? Biz, federe bir devlet olsun istiyoruz. Federasyonu kabul ederseniz coğrafi bütünlükte ısrar etmeyiz” dedim. Bunun üzerine süreç tekrar şekillenmesi amacıyla Fransa’da görüşmelere devam edildi. Görüşmenin ilk bölümü Keşan’da, ikinci bölümü Dedeağaç’ta gerçekleşecekti. Başbakan Demirelle birlikte Yunan heyetini Trakya’daki köprü sınırında karşıladık. Demirel, Başbakan Colias’la, ben de cuntanın kuvvetli adamı, Papadopulosla birlikte otomobillere bindik. Yol boyunca bizim komando askerleri dizilmişti. Askerler iri cüsseliydi. Donanımları NATO standartlarındaydı. Papadopulos bir asker olarak şaşırdı ve bana;” Sizin bütün askerleriniz bunlar gibi mi?” dedi. Ben de” Keşan’da bunlar var ama bilesiniz ki bizim ordumuz bakımlıdır” dedim. Orduevine gittik. Mutat ikramdan sonra müzakereler başladı. İlk sözü Colias aldı. Cebinden bir kağıt çıkardı ve okudu. “Yunanistanla Türkiye dost geçinmeye zorunludur. Tarihte gayet iyi ilişkileri olmuştur. Bunları bozan sorunların başında Kıbrıs gelir. Ada, Yunanistan’a bağlanırsa bütün pürüzler hallolur. Bunu söylemeye geldim.” dedi. Demirel bu konuşma üzerine “ Ada, Yunanistan’a 600 mil, Türkiye’ye 40 mil uzaktadır. Bağlamak söz konusu ise Türkiye’ye daha çok yaraşır. Biz buraya adayı herhangi bir devlete ilhak etmek için gelmedik. Aramızdaki pürüze çare olmak istiyoruz. Sizin niyetinizin bir kez daha ENOSİS olduğu anlaşıldı. Müzakereler bitmiştir” dedi. Beklenmeyen bu konuşma karşısında toplantı fiyaskoyla bitmişti. Medya mensuplarına ne denileceği düşünülürken Yunan Dışişlerinden bir elçi geldi ve “Büyük bir yanlışlık var. Anlaşmazlık içindeyiz. Kastımız Enosis değildir. Biz de sizin gibi düşünüyoruz. Müzakereye devam edelim” dedi. Demirel, zar zor ikna olduktan sonra tekrar görüşme devam etti ve ertesi gün Dedeağaç’ta görüşmelere devam edildi. Dedeağaç’taki görüşme için görüşme yerine gidilirken Demirel otomobilden indi ve yürümeye başladı. Biz de onu takip ettik. İnsanlar sempati gösterilerinde bulundular ancak toplantılardan yine bir sonuç çıkmadı. Demirel son sözde” Anlaşamıyoruz. Bunu bildiğim için toplantıya tereddütlerle geldim. Size pozisyonumuzu anlattım. Bundan bir adım geri veya ileri gidemeyiz. Kıbrıs işi, Türklerin milli davasıdır. Sizden ricam maceraya girişilmemesidir. Yoksa tepkimiz sert olur” dedi. Bundan iki ay sonra 1967’de Dışişleri makamında otururken Kıbrıs’ta Geçitkale ve Boğaziçi köylerine doğru General Grivas kumandasındaki muntazam Yunan birliklerinin saldırıya geçtikleri haberini getirdiler. Hemen yunan Dışişleri Bakanına durumu söyleyip çekilmelerini istesem de her zamanki gibi olaydan haberdar olmadıklarını belirttiler. Çatışma meskenlerinde Türkler yaşıyordu ve sıkıştırılarak öldürülmeleri kaçınılmaz olurdu. Demirel durumdan gayet hoşnutsuz olmakla birlikte aniden müdahale kararı alacağız Genelkurmay Başkanlığına da durumu belirtelim dedi. Genelkurmay Başkanı derhal gereken amfibi harekatını yapmak için gerekenlerin yerine getirileceği bilgisini verdiler. Ancak bu müdahalenin en erken bir hafta sonra gerçekleşebileceği haberi geldi. Bu kadar zayıf bir orduya karşı mukabelede bulunmak için böylesine hantal oluşumuz aleyhimize olabilirdi. Bunun sebebi ise ordunun yeterli lojistik kapasiteye sahip olmaması idi. Öncelikle ordunun silah kaynağı ABD idi. Onlar da NATO saldırı değil savunma ittifakıdır diyerekten bize çıkartma gemisi vermiyorlardı. Aynı zamanda Türk ordusunun komanda erleri dağınık yerlerdeydi. Elde de çıkartma gemisi olmadığı için İstanbul’dan araba vapurları ve altı düz mavnalar getirilecekti. Bunlar getirilir getirilmez de harekete başlanacaktı fakat bundan dolayı bir hafta bekleme süresi vardı. Ani bir harekata geçmek için ordunun envanterinde yalnızca 7 helikopter vardı ve iki tanesi de yedek parçası olmadığından hareket etmiyordu. Bu yüzden ani müdahale yapılamayacak durumdaydık. Süreç böyle devam ederken Kanada Dışişleri Bakanı aradı ve bu müdahalenin gerçekleşmemesi gerektiğini ve olması halinde 3. Dünya Savaşının başlayacağını belirtti. Ancak cevaben eğer onların da ihtiyar bir vatandaşları üzerine benzin dökülerek yakılması halinde böyle bir tepki vereceklerini ifade ettim. Komutanlıktan aldığım üzücü haberi Demirel’e verdiğimde çok üzüldü ancak bir an önce başlaması için tekrar belirtti “ Bu sefer helikoptersiz çıkacağız. Fakat bu devletin çıkartma gemisi olmalıdır. Elde bulunsun. Derhal işe başlayalım. Yüz tane çıkartma gemisini kendi tersanelerimizde, yarından itibaren tezgaha koyalım. Peyderpey yapılmasın. Gerekli tahsisatı ben bulacağım. “Sonra bana döndü “ Fransa’dan mı olur İtalya’dan mı olur, hangi devletten bulursanız helikopter satın alın. Siz de yardımcı olunuz. Ordu ne kadar çabuk helikopterle teçhiz edilirse, caydırıcılığımız o derecede artacaktır.” Bu olay Ecevit’in işine yaradı. 1974 Kıbrıs çıkarması bu alınan ve yapılan teçhizatlarla gerçekleştirildi. Bu esnada ABD de hükümetini temsil adına Syrus Vance adında bir temsilci göndererek bu durumu yatıştırma amacındaydı. Telefon görüşmesinden 20 saat sonra Türkiye’ye ayak bastı ve “Size mektup falan getirmedim. Kimsenin NATO silahlarını kullanamazsınız dediği de yok. Yalnız bir sorum var. Yunanistan karışsa da karışmasa da muhtemel bir çatışmanın galibi siz olacaksınız. Çıktıktan sonra ne yapacaksınız niyetiniz nedir?” dedi. Kendisine” Grivas’ın adadan çıkmasını istiyoruz. Kıbrıs Cumhuriyeti ayrı ve bağımsız bir devlet olduğuna göre bir Yunan Generali nasıl Türk köylerine Yunan askerleriyle hücum edebilir? Bu bir. Londra ve Zürih Antlaşmaları ortada. İngiliz, Türk ve Yunan devletleri, adanın bağımsızlığını garanti etmiş. Dış saldırıya karşı sorumluluk onlara ait. Kıbrıs Cumhuriyetinde ancak 2 bin kişilik bir ordu kurulabilir. Onun da %30’u Türklerden oluşur. Hal böyleyken Yunan Hükümeti bando ve mızıkayla herkesin gözleri önünde Kıbrıs’a 15 bin kişilik bir ordu sokuyor. Bu durum anlaşmalara sığmaz. Yunan askerleri derhal adadan çıkmalıdır. Bu iki… Makarios, anlaşmaları ihlal etmiştir. 28 bini aşan Rum mukavemet teşkilatı kurdu. Bunlar da hemen dağıtılmalıdır. Bu üç…” dedim. Syrus Vance ise” İstekleriniz gayet makul şeyler. Biz bunları sağlarsak müdahaleden vazgeçecek misiniz “dediler. “ Biz barışçıl insanlarız. Keyif için savaşmayız ki. Ama Yunanistan bu işe yanaşmıyor.” Cevabını verdim. Amerikalı” O halde bize zaman tanıyın. Uçak emrimizde. Ben gidip bu istediklerinizi barış içinde sağlayayım” dedi.  Gidip döndüğünde ise” Yunanlar bütün isteklerinizi kabul ediyor. Zaten Grivas’a dönmesi için emir de verilmiş. Şimdiye kadar belki de geri dönmüştür. Ada’dan askerleri çekmeye de razı oluyorlar. Yalnız diyorlar ki, bu iş böyle ültimatom altında yapılamaz. Anlaştık diye ilan etsinler. Hazırlıklarını durdursunlar. Mersin’deki savaş gemileri üslerine dönsün öyle çekilelim diyorlar. Ancak Türkiye bu hazırlıkları durdurma teklifini kabul etmedi. Ankara’daki Yunan büyükelçisinin uyarıldığını söyledi. Vance tekrar Atina’ya uçtu. Dönüşünde ise yunanlar bütün şartlarınıza razı oldular. Askerler de geri dönme talimatına uyuyorlar. İlk kafile gemilere binmek üzere dedi. Ben o arada “ Ya mukavemet teşkilatı ne olacak” dedim. “ Onu da halletmeye gideceğini söyledi. Bir süre sonra gittiğinde beni telefonla arayarak” Lefkoşa’ya geldim. CByle görüşemiyoruz. CB sarayındayım. Jetleriniz tepemizde uçuyor. Gürültü ve panik tarif edilebilir gibi değil. Bari iki saat ara verin de görüşelim” dedi. Makarios konuşmada Türklerin de teşkilatlandığını ifade ederek onlar da kaldırsınlar deyince oradaki Türk cemaatinin lideri Dr. Fazıl Küçük “ Şimdi Türkiye ayaklandı. Tehlike yok. Hayat normale dönünce biz yine Rum çoğunluğunun insafına kalırız. Siz gelinceye kadar da bizi öldürürler. Mücahitlerimiz 8 bin civarında. Onlar da o sayıya insin” demiştir. Bunun üzerine Makarios “ Bu konu aramızda görüşülür. Müzakereyi kabul ediyorum.” Bu durumda hazırlıklar tamamlanmış fakat tehlike unsurları ortadan kalkmıştı. Bu durum karşısında Demirel haksız duruma düşmemek için tüm muhalefet partilerinin katılacağı bir toplantı teklifinde bulundu. Parti liderleri Osman Bölükbaşı, Ekrem Alican ve Ahmet Oğuz da bu toplantıya temsilen katıldılar. Ana muhalefet partisini de İnönü temsil ediyordu. BB durumu anlattı. İnönü dışında hepsi verilen müdahale kararı uygulanmalı dediler. Ancak İnönü söz alarak: “Ben askerim. Amfibi harekatının girişen için ne kadar zor olduğunu bilirim. Zayiatımız fazla olacaktır. Devlet istediğini elde etmiştir. Kararda ısrara lüzum yoktur” der. CHP’yi arkasına alınca hükümet başkanı müdahaleden vazgeçti. Grivas, adadan çıktı. Ancak ordu ne kadar çekilse de sorun çözülmedi.

  21. İnönü’nün her yanına gidişimde bana iki soru sorardı. Birisi boğazların durumu birisi de ABD ile Sovyetler arasındaki barış görüşmeleri olunca bir süre sonra kendisine neden sürekli bu iki konuyu sorduklarını söyledim. İnönü de “ Süper devletlerin anlaşması, bizim için savaşmaları kadar tehlikelidir. Eğer onlar anlaşabilirlerse dünyayı nüfuz bölgelerine ayırırlar, kabak da bizim başımıza patlar.”

  22. Antalya valisiyim. Antalya o zamanlar bugünkü gibi turistik bir yerleşim yeri değil. Her şey yavaş yavaş bugüne yürüyor. Adnan Menderes, Antalya’ya geldi. Vali konağında kalıyor. Gün boyu heyetler geliyor. Menderes birinci gününü heyetlerle geçirdi. Akşam yemekte kendisi ile görüşüyoruz bana” Sormuyorsun bu heyetler senden ne istiyorlar diye” dedi. “Ne istiyorlar” dedim. “Seni şikayet ediyorlar” deyince “Neymiş şikayetleri” diye sordum. ”Sen Lara’ya plaj yaptırmışsın. Orada kadınları denize sokup seyrediyormuşsun” dediğinde Menderes’e “ Bunlar çapkın vali görmemişler” dedim. Güldü ve sordu:” Peki, çapkın vali nasıl olurmuş?” Ben de kendilerine “ Eski dönemde çok çapkın bir vali varmış. Kendisini Halep’e vali olarak göndermişler. Vali, Halep’te evleri sıraya koymuş. Her evde on yediden yetmişe işi bitiriyormuş. Valiyi dahiliye nazırına şikayet etmişler, cevap yok. Mazbata verip sadrazama başvurmuşlar yine cevap yok. Mabeyne müracaat etmişler yine cevap olmamış. Bir gün padişah Abdülhamit telgraftan hiçbir şey anlamamış. Mazbatayı buldurmuş Falan tarihli mazbataya zeyl; Hünkarım, bizim eve iki ev kaldı.” Abdülhamit telgraftan hiçbir şey anlamamış. Mazbatayı buldurmuş. Durum anlaşılmış. Vali yangın gibi geliyor(!)” Menderes güldü. Kendilerine sordum. “Siz o heyetlere ne dediniz?” “Biz validen memnunuz, siz kadınlarınıza mukayyet olunuz” dedim. (Zuhur: Görünmek, Meczup: Deli , İlzam etmek: Bağlamak,Rabıta: Bağ)

  23. Leblebiye Narh Koymak: Vaktiyle padişahlar Seferi Hümayun’a çıkarlarmış. Çoğu zaman sadrazamları da yanlarına alırlarmış. Sadrazam da, bakanlık yapmış eski vezirlerden birini sadaret kaymakamı yapar, yerini ona bırakırmış. Yine böyle bir zamanda, bakanlık yapmış bütün eski vezirleri çağırmışlar. Bunlardan birisinin babası vaktiyle sadrazamlık yapmış. Gidip kendisine sormuş:” Baba, Sadrazam, eski vezirlerini çağırdı. Galiba sadaret kaymakamı tayin etmek istiyor. Sen de sadrazamlık yaptın. Nasıl davranmalıyım “demiş. “O sana sadaret kaymakamı olursanız icraatınız ne olur diye sorar. Sen de, İstanbul halkı leblebiyi çok sever. Aldanmasınlar diye leblebiye narh koymak istiyorum, dersin. “ Aman baba, çok hafif olmaz mı bu beyan” Oğlum sen bilirsin. Ben fikrimi söyledim demiş. Günü gelmiş. Vezir, huzura davet olunmuş. O da babası gibi konuşmuş. Öbür vezirleri gönderip bunu sadaret kaymakamı yapmışlar. O da gelmiş babasına bu işin hikmetini sorunca babasından “ Oğlum sadrazam yerine bırakacağı adamı en saf en bön olanlar arasından seçer. Kendisinin aranmasını ister. Seni aptal buldu. Bu adamı yerime bırakırsam beni mumla ararlar “dedi. Siz de leblebiye narh koyar gibi konuşacaksınız. Diyeceksiniz ki, Hindistan Büyükelçiliğinden Genel Sekreter Başyardımcılığına seçilmek yükselme değildir. Ben sizin yakında İtalya Cumhurbaşkanı olacağınızı biliyorum. Sizin yanınıza, bilginizden, deneyimlerinizden yararlanmak için gelmek istiyorum diyeceksin diyerek fıkra yoluyla Sayın Osman Olcay’a yemeğin sonunda Nato Başyardımcılığının kapısını açmıştır.

  24. Zincirbozan’da kaldığımız binanın denize bakan bölümünde yeni bir gazino yaptık. Bir gün Çanakkale’deki Amiral Atilla Erkan teftişe geldi ve bizimle yemeğe kalma nezaketinde bulundu. Bana” Çağlayangil, bugün Milli Güvenlik Konseyi demokrasi yolunda ilk adımı attı. Seçimlere karar verdi. Bunu nasıl karşılıyorsunuz” dedi. Ben de mukabilen “İzin verirseniz bir hikaye ile düşüncelerimi açıklayayım. Benim çocukluğumda memleket içinde gidiş gelişler mahalli idarelerin izinlerine bağlıydı. Mesela İstanbul’dan Ankara’ya gideceksiniz, mahallin karakoluna başvurarak niyetinizi söylerdiniz. Böylece seyahat varakası ile ulaşım gerçekleştirilebiliyordu dedi. O devirde bir vatandaş karakola gidiyor ve Ben Silistre’ye gitmek istiyorum deyince Komiser o zaman kullanılan Arap alfabesindeki bir benzerlik sebebiyle Silivri olarak varakayı tanzim ediyor. Bunun üzerine vatandaş ama ben size Silistre demiştim dediğinde cahil komiser asabiyetle “ Ulan ne var Silistre’de. İmlaya bile gelmiyor. Git işte Silivri’ye.” demiş. Amiral bu hikayeye çok şaşırdı. Bağ kurmaya çalıştı ancak kuramayınca açıkladım: “ Sandık başına gideceksiniz. Demirel’in veya İsmet Paşa’nın partisine oy vermek istiyorsunuz. Sandıkta yok. Altı partinin üçünü seçime sokmuşlar. Size adeta ne var onlara oy verecek, oy vereceksen olanlardan birine oy ver” diyorlar.

  25. 1961 seçimleri DP’den kalan oyların toplanarak AP’ye geçmesine engel olunmaya çalışıldığı bir seçim olmuş ve netice olarak AP kendi CB’ni seçebilecek bir çoğunluğa gelmiştir. Bunu üzerine partinin bir toplantısında bu durum konuşulurken Ali Fuat Başgil’in adaylığı isteniyor. Konuyla ilgili görüşlerimi sorduklarında onlara” Arkadaşlar, Yassıada’dan geliyorum. Bir olması lazım gelen var, bir olması mümkün olan. Siz, olması lazım geleni konuşuyorsunuz. Dediğiniz doğru fakat ortam ne durumda? Bizi hangi şartlar sarıyor? Bir de onu hesaba katmak lazım” dedim. Bunun üzerine tepki çeksem de iki gün sonra Çankaya’da liderler toplantısı oldu. Orada kendilerine” Sayın Gürsel CB seçilecek, Sayın İnönü BB olacak, AP ile CHP koalisyon yapacak, af lafı ağızdan çıkmayacak, 14ler geri getirilmeyecek, üniversitelerden çıkarılanlar tekrar göreve alınmayacak, Milli Birlik Komitesi’nin geçmişteki işleri eleştirilmeyecek” demişler. Bir çok general de toplantıda hazırmış. Bir tek İsmet Paşa konuşmuş: “Bu söyledikleriniz ültimatom mudur?” “Hayır” demişler fakat bunlar olmazsa parlamentonun açılmayacağını beyan etmişler. Bunun üzerine İsmet Paşa herkes kendi grubuna sorsun ona göre hareket edelim demiş. Bundan bir süre sonra İsmet Paşa’nın bulunduğu koalisyon toplantılarında İsmet İnönü” Partilerimizin beraberce hükümet olmalarına büyük bir mani göremiyorum. Uyuşmamız kolay olacaktır. Tek pürüz, af meselesinden çıkabilir. Siz af istiyorsunuz. Şahsi görüşüm, siyasi suçların hepsinde bir hak tereddütü bulunduğu merkezindedir. Politik mahkumlar, milletin yarısı için hain mevkiinde iken öbür yarısı için de kahraman mahiyetindedirler. Yalnız bugün ağzımıza almayacağımıza söz vermiş bulunuyoruz. Kumandanlar böyle istiyorlar” dedi.

 

DEĞERLENDİRMELERİM:

Konu: İhsan Sabri Çağlayangil’in siyaset ve özel hayatına ilişkin birçok hatırasının kendisi tarafından kaleme alındığı otobiyografik eseridir.


Üslup: Katiplik konusunda önemli bürokrasi görevlerinden gelmesi hasebiyle kalemle olan münasebetinin güçlü olduğu eserinden anlaşılabilmektedir. Bu sebeple akıcı ve net bir dille olayların doğrudan anlatımı okuyucu için takibi ve anlaması kolay bir biçem meydana getirmiştir.  


Özgünlük: Eser, niteliği itibariyle bu kategoride değerlendirilmeyecektir.


Karakter: Eser, niteliği itibariyle bu kategoride değerlendirilmeyecektir.


Akıcılık: Üslup bölümünde belirtilen hususlar dikkate alındığında, eserin türüne göre oldukça akıcı olmasının aynı zamanda anlatılan ve yaşanılan olayların aktarımını daha sürükleyici bir hale getirdiğinin de ifade edilmesi gerekmektedir.


Genel: Yukarıda belirtilen kriterler uyarınca 10 üzerinden gerçekleştirilen değerlendirmede:

Konu: 8

Üslup: 8,5

Akıcılık: 8

puanlarını alan eserin genel ortalaması ise, 8,1 puandır. Eser, türüne göre 8 barajını geçebilmiş olmakla birlikte alanında ve ilgisi olanlar için kesinlikle not alınarak incelenmesi  gereken kitaplardan birisidir.  


(*) : Alıntılar başlığındaki bütün kısımlar:

“KADER BİZİ UNA DEĞİL ÜNE İTTİ”

ÇAĞLAYANGİL’İN ANILARI

Yayınevi: Bilgi Yayınları

Baskı: 1. Baskı – Haziran 2007

kapakta kullanılan fotoğraftaki kitaptan alıntı olarak kullanılmıştır.

Comments


bottom of page