YORUMLARIM:
Engin Güner tarafından kaleme alınmış eserde, yazarın Turgut Özal ile çalışmaya başladığı yıllardaki tecrübeleri ve ülkemize ilişkin siyasi hatıraları konu edilmektedir.
Turgut Özal’ın hayatındaki önemli kesitlere ilişkin birinci ağızdan anlatımla kaleme alınan eser, bu yönden ülkemizin yakın tarihindeki siyasi liderlerin incelenmesi için önemli bir kaynak mahiyeti taşımaktadır.
Turgut Özal’ın yaşadığı zorluklara, ülkemizin içinden geçtiği sınavlara olan refleksi ve ülke yönetimindeki liderin etkisinin nelere mal olabileceğini somut örneklerle gösteren yazar, Özal sonrasında meydana gelen ekonomik krizlerin en önemli kaynağı olarak ise, ülkenin içinde bulunduğu iktidar sorununu göstermektedir.
Özal döneminde karşılaşılan zorluklara ilişkin önemli örneklendirmeler verilen eserde bu detaylar alıntılar bölümünde bahsedildiğinden bu kısımda detaylı şekilde anlatılmayacaktır. Özal’ın günümüzün önemli bir mottosu olarak ortaya çıkmış olan Türkiye Yüzyılı hedefinin 1980’lerden itibaren ,o dönemdeki bir Türkiye’de, hayal ederek icraatler yapması ülkemizi bugünlere hazırlayan önemli unsurlardan birisi olmuştur.
Yine ülkenin bayındırlık ve iskan alanlarındaki ilerlemelerine de büyük faydası olan Özal ve ANAP döneminin gerek sanayi yatırımları gerekse de ulaştırma yatırımları yönünden katkıları da kitabın alıntılar bölümünde net bir şekilde görülebilecektir.
Eserde günümüzdeki siyasi politikaya dair de büyük değişimlerin olduğu görülmüş ve o zamanın ABD’sinin ülkemizi ciddi manada bir müttefik olarak görüp bölgesel karar mekanizmasında sürekli Özal ile danışarak hareket ettiği belirtilmektedir. Bu açıdan Özal’ın ülkemiz lehine kullanmış olduğu dengeler olduğu görülmektedir. Ancak günümüzde gelinen şartlara bakıldığında, ABD’nin ülkemiz için bir müttefikten ziyade bölgede bizim için en önemli tehditlerden birisi haline geldiği aşikardır. Bu sebeple, ABD ile olan o zamanki bölgesel iş birliğinin günümüzde devam etmediği ve Rusya ile diğer bölgesel güçler arasında bir denge politikasının güdüldüğü görülmektedir.
Özal’ın şaibeli ölümüne kitapta pek değinilmemiş olsa da, özellikle Türk Devleti ülkeleri ile olan yakınlaşmanın ve ekonomik işbirliği anlaşmalarının bir süre sonra kendisine yapılan bu zehirlenme konusuna sebep olduğunu öne süren kişiler mevcuttur. Bu konuda gerçeği bilen kişiler mevcut olsa da, kaçının bu sırra vakıf olduğu elbette bilinmemektedir.
Özal’ın kişisel özelliklerine de oldukça değinilen eserde, kendi döneminin en renkli ve inovatif düşünen liderlerinden birisi olduğu da görülmektedir. Özellikle bilgisayara ve teknolojik gelişmelere karşı duyduğu ilgi herkesçe bilinen özelliklerinden birisidir. İnsan ilişkilerinde de etkili bir kişiliğe ve iletişim yöntemine sahip olduğu hem anı kitabındaki kesitlerden hem de diğer siyasi kişiliklerin Özal ile olan münasebetlerinden açıkça anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla eser, Özal’ın bütün siyasi hayatını konu almasa da, Engin Güner’in bulunduğu dönem ve Özal’ın ölümüne kadar olan süreci ihtiva etmektedir. Öncesine ilişkin kısa bilgilendirmeler ve yazarın bireysel gözlemlerine de yer verilen eser, Özal’ın göreve başlamadan önceki sürecine dair doyurucu bilgiler içermektedir.
Sonuç olarak eser, ülkemizin siyasi tarihine adını yazdırmış önemli siyasi liderlerimizden birisinin hayatından önemli kesitleri, adeta onu daha yakından tanımamızı sağlayacak şekilde okumak isteyenler için kesinlikle incelenmesi gereken kitaplardan birisidir.
ALINTILARIM(*):
Ülkemizde seçkin kesimle halk arasında, etkinliği zaman zaman değişmekle birlikte her zaman bir sınıf çatışması var olagelmiştir. Bu çatışma şüphesiz bugün de sürmektedir, ileride de sürecektir. Elit zümre, seçilmemişlerden oluşan ordu ve bazı kurumlar aracılığıyla yıllarca ülkede etkisini hissettirmiştir.
Bugün TBMM’ye ait olan destek binalarının yerinde o yıllarda barakalar vardı. Yeni kurulan ODTÜ bu barakalarda eğitim vermekteydi. İşte Özal, ilk kez bu barakalarda verdiği modern cebir dersinde hocamız olarak karşıma çıktı. Üç haneli bir rakamı, diğer iki veya üç haneli bir rakamla kafadan çarpıp neticeyi kolaylıkla söyleyebilirdi.
1954’te yayınlanan bir bildiriyle Türkiye ile Irak’ın Ortadoğu’da bir güvenlik teşkilatı kurmaya karar verdikleri açıklanmıştı. ABD ve İngiltere’nin güçlü destekleriyle 24 Şubat 1955’te Bağdat Paktı imzalandı. Ancak Irak’ta Batı yanlısı politikadan fazlasıyla rahatsız olan Nasır taraftarları harekete geçti. 14 Temmuz 1958 günü gerçekleşen kanlı bir darbeyle General Abdülkerim Kasım monarşiyi devirerek, Cumhuriyet ilan etti ve cumhurbaşkanı oldu. Kral 2. Faysal, Nuri Sait Paşa ve Prens Abdulillah feci bir şekilde öldürüldüler. Derilerinin yüzüldüğü söyleniyordu. Irak bu kanlı darbenin ardından Bağdat Paktı’ndan çekildi ve Sovyet Rusya yanlısı politika etkisiyle ülkede komünizm ve etnik milliyetçilik hızla yayıldı. Bunun üzerine ABD’nin teşvikiyle yeni bir antlaşma yapılarak İngiltere, Pakistan ve İran pakta katıldılar. 1979’da önce İran’ın, ardından da Pakistan’ın çekilmesiyle CENTO’nun da varlığı sona erdi.
1971 hareketli yakın tarihimizin önemli bir yılıydı. 12 Mart Muhtırası verilmişti. 12 Mart 1971 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve kuvvet komutanlarının imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir muhtıra vererek hükümeti istifaya zorlamıştı. Aksi takdirde TSK içinde kurulmuş olan ve başında Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu’nun bulunduğu gizli askeri cunta fiilen 9 Mart 1971 tarihinde darbe yapacaktı. Bu arada Nihat Erim CHP’den istifa ettirilerek başbakan yapılmış, askerlerin güvendiği isimlerden hükümet oluşturulmuştu. İşte bu arada İsrail Başkonsolosu’nun Türkiye Halk Kurtuluş Partisi - Cephesi militanları tarafından kaçırılıp öldürülmesi üzerine, Türkiye’de Balyoz Harekatı adı altında tutuklamalar zinciri başlatılmıştı.
1979’daki çok zor dönemde ekonominin iplerini eline alacaktır. Kredi bulmak için kapı kapı dolaşır. Türkiye’nin sadece 2586 km2lik ve 406 bin kişilik bir nüfusa sahip Lüksemburg gibi bir küçük ülkeden 1 milyon dolar krediye muhtaç kaldığı bu zor dönem Özal’da büyük izler bırakmıştı.
1980 Haziran ayıydı. Turgut Bey’in borç erteleme görüşmeleri için OECD’ye geleceğini biliyordum Toplantının yapılacağı salon bizim toplantı salonuna çok yakındı. Kendisini görmeye gittim. Çok rahatsız ve sıkıntılıydı. Tüm Türk heyeti de… Alınan borçların %85’i taksite bağlanırken, yüzde 15’ini ise peşin ödemek gerekiyordu. Ancak peşin ödemeyi yapamadığımızdan ikinci bir erteleme söz konusuydu. Özal içeri girip teklifini yapmıştı. Borcun %85’i yerine %95’inin ertelenmesini ve geri kalan %5’in ise 5 yılda ödenmesini teklif etmiş ve dışarı çıkmıştı. Özal şartların tüm olumsuzluğuna rağmen her zamanki kendinden emin tavrıyla mümkün olduğunca tatminkar cevaplar vermeye çalışıyordu. Neticede OECD ve alacaklı ülkeler nezdinde etkili olan ABD’yi ikna ederek borçlarımızın 7 milyar dolarlık bir bölümünü erteletecekti.
Özal, ekonominin fazla kontrol altına alınmasına karşıydı. Askerler faiz ve döviz kurlarının kontrolünden yanayken o serbest bırakılmalarından yana tavır koyuyordu. Her ay yapılan kur ayarlamaları devalüasyon manşetlerine yol açıyordu. Özal günlük kur ayarlaması formülünü getirerek bu sorunu aştı. Yurtdışına çıkışlar 3 yılda birden iki yılda bire indirilmişti. Özal’a kalsa bu kısıtlamayı tamamen kaldıracaktı. Ancak iktidara geldiğinde 1984 yılında kaldırabildi.
1983 seçimlerinde ANAP %45,14 oy oranıyla 400 kişilik mecliste 211 milletvekili çıkararak TBMM’de büyük bir çoğunluk sağlamıştı. Diğer taraftan parti kurulurken veto edilmiş olan Hüsnü Doğan ve Adnan Kahveci’yi bakan yapmak isteyen Özal, Evren’e sadece Hüsnü Doğan’ın bakanlığını kabul ettirebilmişti.
Askerlerden intikam almak ona göre yanlış bir düşünceydi. Bu düşüncelerle yola çıktığında eskinin kavgalarından bıkmış olan milletin desteğini alacağına emindi. Nitekim öyle de oldu. O günleri anlatırken gezdiği, halka hitap ettiği illerde durumu gördükten sonra “burası tamam” demeyi adet edindiğini söylerdi. “Ankara tamam” gibi… 4 Kasım’da Evren Paşa’nın, ANAP’a oy verilmemesini telkin ettiğini söyleyebileceğimiz konuşması işi bitirmişti. Nitekim Özal, son büyük mitingi Edirne’de yapıp İstanbul’a dönerken, Çorlu’da yaptığı kısa bir konuşmayla seçim kampanyasını “Türkiye tamam” diyerek noktalayacaktı.
Geçiş dönemi nazikti. Hepimizin dikkatli olması gerekiyordu. Çankaya’daki ilk günlerimde çok şaşırmıştım. Tam bir askeri düzen vardı. Gelmiş geçmiş cumhurbaşkanlarının asker kökenli olduklarını düşündüğünüzde bu normaldi. Asker kökenli genel sekreterler de çalışma düzeni ve kadrolaşma izlerini bırakmışlardı. Büyük bir bürokrasinin varlığı her konuda hissediliyordu. Telefonlarda kilit vardı.
SSCB’nin yıkılması neticesinde Özal “Bizim 1983’te yapmaya başladığımızı, onlar şimdi yapmaya başlıyorlar” derdi. Ancak eğitim ve kültür düzeyleri itibarıyla bizden ileri oldukları için aradaki mesafeyi kısa zamanda kapayabilecekleri endişesini de taşır, Türkiye’nin önüne 200-300 yılda bir çıkabilecek bu fırsatı iyi değerlendirmesi gerektiğini sıkı sıkı tekrarlardı.
Olaya çok gerçekçi bakabiliyordu. “Avrupalılarla nasıl konuşacağını bilmek gerekir” derdi. Ona göre Avrupalılar daha çok kendi çıkarları doğrultusunda ikna edilmeliydiler. “Bu adamlara kavgayla yaklaşılmaz. Bir şeyi kabul ettirmek istiyorsanız bunun kendi yararlarına da olacağını kanıtlamaya çalışın. Onlar bu dilden anlarlar.” cümlelerini sık sık tekrarlardı.
Özal’a atfen saptırılarak kullanılan diğer bir söz de “Ben zengini severim” ifadesiydi. Aslında Özal bir hadis-i şerife atıfta bulunarak, “Ben tembelleri değil, çalışıp başarılı olanları severim” anlamındaki bir hadisi hatırlatmıştı. Bunları inisiyatif alarak, çalışıp başarmanın önemine dikkat çekmek amacıyla söylenmişti. İşin ilginç yönü ben ne zaman kendisine bunları kamuoyuna açıklamasını teklif etsem, “Bunlara aldırmayın, doğru bildiğinizi yapmaya devam edin” derdi.
İşgal öncesi Kuveyt’te çok sayıda yabancı çalışmaktaydı. 1990 yılında 2 milyonluk bir nüfusa sahip olan bu 17.811 kilometrekarelik küçük ülkede işgal ve savaş sonrası ülkeyi terk etmesine rağmen bugün nüfusu 2.8 milyon olan ülkede yaşayan yabancıların sayısı, Kuveytlilerden fazladır. Yabancı işçiler aktif nüfusun %80’ini teşkil etmektedirler. Ayrıca aktif nüfusun %90’u ise kamu sektöründe çalışmaktadır.
Her fırsatta bizlere kendisinin köşesinde oturacak bir Cumhurbaşkanı olmaya niyeti olmadığını söylerdi. Bu konuda kendisine yöneltilen eleştirileri de “Ne yapayım, ben köşemde oturup hiçbir iş yapmasam beni kimse tenkit etmez, ama meyve veren ağaç taşlanır” derdi.
Büyük Pers İmparatorluğu’nun varisi İran’ın önemli bir devlet yönetimi tecrübesi vardı. Bu bakımdan Özal her zaman İran’la ilişkilere büyük değer verirdi. Aynı yaklaşımı gösterdiği diğer bir komşumuz ise Rusya idi. Türk dış politikasının bu iki büyük unsuru mutlaka dikkate alması gerektiğine inanırdı. Ayrıca 1990 yılında dünya petrol rezervlerinin %65,7’sine sahip olan Körfez ülkeleri içinde İran’ın payı %9,2’ydi ve yılık 180 milyon ton petrol üretimiyle en başlarda yer alıyordu.
Özal o günlere atıfta bulunarak petrol konusundaki şu görüşünü tekrarladı: “Herkes petrol mucizesi beklerken ben, inşallah petrol bulunmaz derdim. Bu sözlerim üzerine hayretle yüzüme bakanlara da bunun sebebini şu şekilde izah ederdim: Ülkeler bu şekilde hazıra konarak kalkınamaz. Bu gibi doğal kaynak zenginliğine güvenenler çalışıp çabalamazlar ve sonunda mirasyedi gibi har vurup harman savururlar ve kalkınamazlar. Kalkınmak için mutlaka çok çalışmak lazımdır”.
1991 yılında Koalisyon güçleri, başta ABD, en son teknolojik imkanları seferber etmişlerdi. Füzeler tam isabet kaydediyor, güçlü bir istihbaratı ileri teknoloji ürünü silahlar tamamlıyordu. Ancak tüm bunlara rağmen düşman bir tehlike olmaktan henüz çıkmış değildi. Kuveyt kurtarılmıştı. Petrol kuyuları yanmaktaydı. O günlerde Cumhurbaşkanı yerinde duramıyor “Bu işe biz de katılmalıydık bu modern savaş tecrübesini, özellikle de hava harekatını bizim subaylarımız da yaşamalıydı” diyordu.
Özal “Gorbaçov’un Yeltsin’den üç kat daha iyi olduğunu düşünüyorum. Yeltsin bir demagog ve kolaylıkla gerçek bir diktatör olabilir” diyerek bu konudaki görüşlerini ifade etti.
Başkan Bush, Bağdat’a yürümenin hem sicillerin hem de ABD askerlerinin hayatına mal olabileceği gerekçesiyle reddedilmiş olduğunu anlatıyordu. Bağdat civarında Cumhuriyet Muhafızları ve Irak ordusunun elit birlikleriyle yapılacak göğüs göğüse savaşta çok kayıp verebilirdi. Cevaptan tatmin olmamıştık. Özal, “o zaman en geç 10 yıl içinde Saddam’ı devirmek için tekrar savaşmak zorunda kalırsınız” diyerek görüş alışverişine son noktayı koymuştu. Nitekim 20 Mart 2003’te yani bu konuşmadan 12 yıl sonra ABD, İngiltere ile birlikte 2. Körfez Savaşı’nı başlatmış ve Mayıs 2003’te Irak’ta Saddam Hüseyin yönetimine son vermiştir.
Mehmet Akif’in Safahat’ını çok beğenen Özal buradan bir alıntı yapardı: “İşimiz düştü mü tersaneye veya denize / Adetimizdir derhal müracaat ederiz İngiliz’e / Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir/ Hekimin hazıkı bilmem nereden celbedilir/ Yoktur bütçe hesabatını çıkaran / Hadi gelsin bakalım Mösyö Loran / Sanayimiz nereden, tersanelerimiz nerede / Ya Manchester’da, ya Brüksel’de, ya Berlin’de…”
Savunma Sanayii Fonu sayesinde Türkiye F-16 uçaklarını, firkateynleri, denizaltıları, zırhlı araçları ve daha birçok savunma araç ve gereçlerini yapar hale gelmişti. ANAP iktidarında ise Kınalı Adapazarı otoyolu hızla tamamlanmış, FSM köprüsü 3 yılda tamamlanarak 1988 yılında açılmıştı. Edirne-Kınalı arası tamamlanmış, otoyol Ankara’ya kadar uzatılmıştı. İzmir-Aydın otoyolu açılmıştı. Tüm bunlar Kamu Ortaklığı Fonu sayesinde yapılmıştı. Eğer Özal o zamanlar hemen herkesçe şüphe ile karşılanan ve karşı çıkılan bu fonları oluşturmasaydı sınırlı bütçe imkanları ile bu yatırımları yapmak mümkün olmayacaktı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ferdi başvuru hakkının vatandaşlarımıza tanınması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bazı ek protokollerinin de imzalanıp onaylanması demokratikleşme ve insan hakları alanlarında ANAP iktidarı zamanında atılmış önemli somut adımlarıdır.
Özal’ın devamlı yanında olan ve seyahatlerine katılan biri olarak, bir zamanlar üzerinde çok tartışılan küçücük (17 kişilik) Cumhurbaşkanlığı uçağından sonra yüzlerce kişilik bu dev uçağa (ABD Başkanlık Uçağı – Air Force I) bindiğimde aradaki müthiş fark karşısında şaşırmış ve bu küçücük uçak yüzünden Özal’a yapılan haksızlığa bir kez daha üzülmüştüm. Özal döneminden sonra bu konularda çıt çıkmaması da bu hususta o zamanlar sadece Özal’ın maksatlı olarak hedef alınmış olduğunun açık bir göstergesiydi.
Başkan Bush, Türkiye’den ayrılmadan önce hazırlıkları yapılmış olan bir bildiri kabul edecekti. Bu bildiride Kıbrıs konusunda bir dörtlü konferans yapılması yer almaktaydı. Toplantıda Başbakan Mesut Yılmaz, dışişleri bakanları ve bizim bazı dışişleri mensupları da bulunuyordu. Her şey normal gidiyordu. Kıbrıs konusunda ABD gözetiminde bir dörtlü konferans yapılması konusuna değinilmekteydi. İşte ne olduysa o an oldu. Ortalık bir hareketlendi. Mesut Yılmaz yanındaki dışişleri mensuplarıyla konuştuktan sonra bu paragrafa itiraz etti. Bunun kabul edilemeyeceğini söyledi. Bir anda hava buz gibi olmuştu. Özel ve Bush’un bozuldukları çok açıktı. Bush biraz şaşkınlıkla Özal’a bakıyordu. “Bu nasıl olur?” der gibi bir ifadesi vardı. Özal’ın ise ne kadar kızmış olduğunu anlamak için kahin olmaya hiç gerek yoktu. Halbuki Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’taki iki toplumun eşit olarak katılacağı dörtlü bir konferansta ABD’nin de desteğiyle bizim en lehimize olan çözüm tarzının kabul edilmesi daha büyük bir ihtimaldi.
1991 seçimlerinde DYP 178, ANAP 115, SHP 88, RP 62, DSP ise 7 milletvekili çıkarmıştı. Artık 8 yıl boyunca birçok icraat yapmış olan ANAP, ana muhalefet partisi konumundaydı.
“ Engin biliyor musun çok düşündüm ve sonunda buldum, bunu (Mesut Bey’i) bana kim tavsiye etmişti biliyor musun: Evren! “Mesut Bey’i niçin Dışişleri Bakanı yapmıyorsun?” diye kendisine Evren telkinde bulunmuştu. Özal bunu çok anlamlı bulmuştu. O günlerde Mesut Bey’in partiye referanslarına kadar her şeyi gözden geçiriyor, bunların arkasında neler olabileceğini araştırıyordu.
Özal’ın ölümünden sonra, zaten ekonomiyi etkileyen olumsuzluklara Avrupa para piyasasındaki kaosun da eklenmesi ile 1994 krizini yaşadık. Faiz oranları hazine bonolarında %400, TEFE ve TÜFE %100’u aşmıştı. Yarım milyon kişi işsiz kalmıştı. Vergiler artırıldı, TL %”3,6 oranında devalüe edildi.
Gümrük Birliği’ne girişimiz 1 Ocak 1996 olarak uzun yıllar öncesinden belirlenmişti ve AB ile Türkiye tarafından kabul edilen bir takvim kapsamında bu en doğal hakkımızdı. Bu gerçeğe rağmen Tansu Çiller hükümeti zamanında, ancak Kıbrıs’ın AB’ye üyeliği konusunda taviz vererek 1 Ocak 1996 yılında Gümrük Birliği’ne girebilmiştik. Bunlara ilaveten Erbakan hükümeti gündemdeki irticai faaliyetler, 8 yıllık eğittim, PKK gibi konularda büyük baskı altındaydı. 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK’de muhtıra gibi kararlar alındı. Bunun adı sonradan “postmodern darbe” olarak kondu. Bu baskı altında yerini Tansu Çiller’e bırakma düşüncesi ile 18 Haziran 1997’de Erbakan başbakanlıktan istifa etti. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel hükümeti kurma görevini, Mecliste çoğunluğu olan DYP Lideri Tansu Çiller’e vermesi gerekirken, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. 30 Haziran 1997 günü Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk’la ANASOL-D Hükümetini kuruldu.
2000 yılında devreye giren istikrar programı çöküşü getirdi. Döviz kurunun çağaya bağlanması büyük hataydı. Cari işlemler açığı 10 milyar dolara, dış borç stoku da 115 milyar dolara çıktı. Gecelik faizler %7500’lere çıktı ve kriz bütün ihtişamı ile patladı. 19 Şubat 2001’de yapılan MGK toplantısında Başbakan ve Cumhurbaşkanı arasında geçen tartışmanın kamuoyuna açıklanmasıyla ekonomi tepetaklak oldu. Halk bir anda %50 fakirleşti, devletin borcu 30 milyar TL arttı.
Ancak gene Özal’ın vurguladığı ve öngördüğü şekilde amaca ulaşmak için sadece bir araç olan ANAP yerine başka bir siyasi parti AKP iktidara gelerek onun başlattığı ekonomik reformları büyük başarıyla uygulamış, onun çizdiği yolda ilerlemiştir.
DEĞERLENDİRMELERİM:
Konu: Eserde, yazarın Turgut Özal ile çalışmaya başladığı yıllardaki tecrübeleri ve ülkemize ilişkin siyasi hatıraları konu edilmektedir.
Üslup: Engin Güner’in asıl mesleği yazarlık olmamasına karşın, kaleminin oldukça sade ve yalın bir biçeme sahip olduğu görülmektedir. Bu sebeple, vermek istediği bütün mesajları anlaşılabilir bir şekilde okuyucusuna iletebildiği aşikardır. Bununla birlikte, eserin türü sebebiyle okuyucunun olayların bizzat içerisinde hissetmesini sağlayan örneklendirme ve alıntılar ile de daha da zenginleştirildiği açıkça görülmektedir.
Özgünlük: Eser, niteliği itibariyle bu kategoride değerlendirilmeyecektir.
Karakter: Eser, niteliği itibariyle bu kategoride değerlendirilmeyecektir.
Akıcılık: Üslup bölümündeki unsurlar dikkate alındığında, eserin türü itibariyle hem sürükleyici niteliğe sahip hatıralar ile bezendiği hem de sade üslubu sayesinde akıcı bir dil ile kaleme alındığı rahatlıkla söylenebilecektir.
Genel: Yukarıda belirtilen kriterler uyarınca 10 üzerinden gerçekleştirilen değerlendirmede:
Konu: 8,5
Üslup: 8
Akıcılık: 8
puanlarını alan eserin genel ortalaması 8,2 puandır. Türü ve konusu itibariyle 8 barajını geçen ve önemli siyasi liderimizden birini anlatan kitaplar arasında her yaştan okuyucunun kesinlikle incelemesi gereken eserlerden olduğunun açıkça belirtilmesi gerekmektedir.
(*) : Alıntılar başlığındaki bütün kısımlar:
ÖZALLI YILLARIM
Yazar: Engin Güner
Yayınevi: Doğan Kitap
Baskı: 1. Baskı - 2003
kapakta kullanılan fotoğraftaki kitaptan alıntı olarak kullanılmıştır.
Comments